31 Ocak 2007 Çarşamba

Ebyaz...

Ders seçimlerinin ve yeni dönemin stresini yaşamamı engelleyen bir şey varsa o da çekimlerine yeni başlanan filmimiz "Ebyaz" oldu. Cuma günü başlayan çekimlere, cumartesi günü iştirak ettim. Ekip oldukça iyi, yönetmen de işini biliyor olunca çekimler yorucu olmaktan çok eğlenceli oluyor. Kamera arkası ilgimi çekiyor, bu filmde de epey yararlı deneyimler ediniyorum, hadi bakalım :) Çekimler her ne kadar geç bitse de, eve gittiğim zaman çekimdeki geyiklerimizi ve ortamdaki sıcaklığı hissedince yorgunluğum kendiliğinden bitiveriyor.

"Ebyaz" bana kalırsa çok ses getirecek bir film olacak; bir de galası olursa geçen seneki gibi, bakın görün Bilkent nasıl bu filmi konuşacak

Hepimiz Berkiniz, hepimiz mühendisiz

İşlerimi düzene koyar gibi oldum; hemen yazayım da kavuşayım bloguma deyiverdim... Cumadan beri seçmeli ders işleriyle uğraşıyordum akademik manada :P Sonunda geçen dönem alamadığım ilk göz ağrım psikoloji dersni alabildim. Ama nasıl zor oldu, sevinemedim bile.

Ders programımı mucizevi bir şekilde ayarlayabildikten sonra deha program stars'ın bir türlü eklemeye yanaşmadığı 6. dersim için önce intro to social psiko'yu istedim. Perşembe günü önce psikoloji bölüm sekreteri dünyalar güzeli Duygu Hanım'a kota açması için başvurdum. Ama pols sekreterinin ilgilendiğini söyledi, hemen ardından da psikoloji için bana yer bulmak için kendini paralamaya başladı. Ben uyacak section yoktur heralde derken, cesur ve güzel Duygu Hanım bana bir tane buluverdi. Ama cuma sabahına kota açtırmam lazımdı çünkü maşallah yurdum insanı psikoloji ilmine hücum ediyordu...

Cuma gününün benim için stres dolu olacağını nerden bilebilirdim. Sabahın 9 unda geldim gene psikoloji'ye, Duygu hanım: "sen git bölüm sekreterine, ordan beni arasın hemen açayım kotayı" dedi. Ben bölüm başkanının anlı şanlı tuğrasını atmasını beklerken add-drop kağıdına, kotalar dolmuş. Sinirle psikoloji sekreterliğine seyirttim. Yanımda bizim bölümden başka bi eleman bitiverdi. İkimiz sekretere yöneldik ve o da ne: Emre Özgen de katıldı hasbıhalimize... Ben ısrarla bana uyan tek sectionun 2 olduğunu ve psikoloji ve sosyal psikoloji alabilmek için nerdeyse tüm sectionlarımı değiştirdiğimi anlatırken; o önce bize Kanada'dan gelen dünyaca ünlü bi hocanın dersi nasıl olur diye sordu. Onun sectionu bana uymuyordu; ben artık ağlamaklı oldum. Sesim titrerken Emre ÖZGEN, section 2 ve 3 ü boşaltmak için yeni section açacaklarının garantisini verdi, ve "pazartesiyi bekleyin gençlerrr" dedi.

Pazartesi de güç bela açılan 11 kişilik kotadan 8. olarak psikoloji alemine girdim.

Salı günü de Oliver Wright'la ilk dersime de girdim. Kendisi tam bi İngiliz. İlk saatten başladı derse. Hatta bize "Cognitive psychology'nin" ne olduğunu yazmamızı istedi önce onunla ilgili bir kısa paragraf dağıtarak... "Ulan ne demekti bu cognitive" derken hislerimla "bilişsel psikolojidir la bu, davranışsal olamaz " diyerek işin içinden sıyrıldım. Gerçekten de öyleymiş, hoca yazdıklarıma "pretty good" diyince valla sevindirik oldum. Ama dersin kitabı için sıra değil rahle lazım bize, bu sorunu nasıl atlatacaz bakalım...

26 Ocak 2007 Cuma

Instant judgement day

Bir tatbikat bu kadar doğaüstü olaylara gebe kalırsa ben de bu işe el atarım…. Tatbikatımız şenlik havasında başlıyor, çoluk çocuk, hısım-akraba gelmiş herkes çekirdek çitleyerek izlemeye. İlk deneme başarılı. İkincisinde serüveni bol olaylar silsilesi başlıyor. Bi itfaiyeci alevler içinde kalıyor; ama maşallah amcam yılların emektarı; durumdan doğaüstü güçler kazanarak çıkıyor. Öldürmeyen şey onu da güçlendiriyor hatta bir adım ötesinde, amcaya ateşe hükmetme hatta onunla aduket çekebilme yeteneği bahşediyor. Ama büyük güç büyük sorumluluk getirir di mi yani; amcam gücünü kötüye kullanarak amirlerine ateş fırlatıp ortalığı mahşer yerine çeviriyor; ulan bu kadar kolay bi şey nasıl böyle karmaşık bir hal alıyor; bize de “noldu lan bir anda öleee! Bi daha izleyeyim şunu ben” demesi kalıyor

25 Ocak 2007 Perşembe

CS WARS EPISODE 3- REVENGE OF THE STARS

Dünü olası section değiştirme senaryolarıyla örülü bir şekilde tükettikten sonra bugün sabahın onundan beri ayaktayım. Harbi yeni geldim eve ve çokkkk yorgunum…

Yok lan yorgun değilim; alışmış kudurmuştan betermiş gerçekten de. Bu enerjikliğim beni bile oldukça korkuttu. Sabahın onunda geldim okula; dünkü tüm planlarım gözlerimin önünde dolan kotalarla uçup gitti bi anda. Ulannn fiziği alamıcaz; ulannn İtalyanca 14 olmuş; ulannnn sosyal psikolojiye yer kalmadııı derken; ve randevuya son 20 dakka kala elimde uçup giden planlarım varken bir mucize gerçekleşti sayın arkadaşlar…

Gün’le aynı anda girdik laba. Onun değiştireceği section benim istediğim ve full dolu olan sectionlardan biri. Ben çıkacam aga ordan gel al dedi. Tüm sectionlar lego gibi kenetlendi; aldım ama salak program bizim bölüme 5 dersen fazla vermeyince yarına kaldı almam gereken bi ders. O dersi de alınca yazarım artık; nazar değiyo be sonra

Millet güle oynaya derslerini alırken dikkat ettim de bizim bölümde ders seçmekte olan öğrenci ile tekmeye kafa uzatan futbolcu arasında pek bi fark yok. Taraftar da arkamızda değil; başkanın desteği de azalıyo (“yabancı dilleri saymam looo” diye dedikodular aldık) Hatta bu dedikodular öyle bi yayılmış ki: arkadaştan bana; benden tüm bölüme yayıldı. En sonunda Berrin Hoca dayanamamış ve benim doldurduğum Kaan’la konuşurken patlamış:

Kaan: Hocam ben şey sorcaktım; yabancı diller cumulative’e katılıo muuu?
Berrin Hoca: Yaaa; Berkin söylüyo de mi bunu size!!

Saat akşam sekiz oldu; gülmekten ve geyikten yorulduk. Kaan zaten 3 de gitti eve; Serdar’da uçağa yetişti 7 de… Durakta beklerken çok susadım. Eve dönmeden de canım bira çekti. Aldım geldim; içtim biraz biraz. Gözlerim yanmaya başladı, şaşırdım ben bu işe. Yarın sabahın ilk ışıklarıyla bölüm sekreterliğindeyim; alıcam o dersiiiiii

23 Ocak 2007 Salı

Kendimi kontrol edemiyorum..

Klibin hemen başlarında yönetmen tarafından(tabii eğer varsa) klipteki gençliğin biraz crazy olduğu fikri oldukça profesyonelce aşılanmak istenmiş. 30. saniyesinde falan ise Gençkan’ın aslında bizimle dalga geçmek istediğini sanıyorum. Elindeki gözlüğü “hassst..rin laa” diyerek olanca piç ifadesiyle bize savurması onun aslında kimseyi ciddiye almayan cool biri olduğunu kanıtlıyor. Hemen akabinde bir grup gencin Şen Kardeşler Aile Çay Bahçesinde(reklam oldu,pardon) çıkardığı kavga ise gençliğin hırçın Karadeniz dalgaları gibi asi ve yıkıcı olduğunu anlatıyor. Yokk yokk , pardon sonradan anlıyorum ki bu gençler dans ediyor. Küçük Emrah’dan 2 level yaratıcı dans edebilmeleri ise benim tek tesellim oluyor. Özellikle kavgadaki siyah tişörtlü gencin yeni figürleri beni benden alıyor(3’lük atan bryant figürü)

Gençkan ise dans etmeyi bir yaşam felsefesi haline getirmiş. Keşke bir de becerebilse. Ama yiğidi öldürüp hakkını da vermek lazım. 16. saniyede, 2 kızın arasında kalmanın verdiği heyecanla yarattığı o “olum biz klibi çekiorz ama tanınmaktan da mı korkmuyoruz, amannn salla baba ya” figürü ve akabinde 18. saniyede bali koklamanın verdiği o tadından yinmez nahoşlukla döktürdüğü “topallayan sek sekçi” figürlerinin hakkını yedirtmem. Kesinlikle.

İstanbul Boğazı ve o körfez gerçekten de eşsiz. Gençkan’ın da tam bir İstanbul ve boğaz aşığı olduğunu anlaşılıyor. Öküze bile şiir yazdıran boğaz manzarası, Gençkan’a da klip çektirmiş… 40. saniyeden itibaren, Gençkan’ın dürüstlüğü ve kendi kendinin doktoru olması beni etkiliyor. “Hey hey, tey tey” diyerek ve başını klişe bir şekilde iki yana sallayarak nakaratın bitmesini bekleyen Gençkan; aslında ne kadar dürüst ve içten bir genç olduğunu bize vurguluyor ve ağzındaki baklayı çıkarıyor:

Kendimi kontrol edemiyorum,
Bugün biraz var bende,
Şaka yapmayin dostlar,
Bütün cinler tepemde.

Zaten klibin başlarında şaka yapar gibi bir halinin olmadığını anlamıştım ben. Burada asıl dikkat çeken nokta şu: Gençkan bize ve Türk hekimlerine daha fazla yük olmak istemediğinden; rahatsızlığının teşhisini -hala tam teşhis olmasa da- bu dörtlükte kendi kendine koyuyor. Bu, dünyalara bedel bizim için… Zaten kendini nasıl kontrol edemediğini de akabindeki dansta uygulamalı olarak gösteriyor. Bu dans sırasında sanırım bütçe fazla gelmiş olacak ki blue-box teknolojisi kullanılmış. Ayrıca arkadaki 4 dansçının hareketlerinden ekranın boylamasına dörde bölündüğünü seziyorum. Niye? En soldaki ağır çekimde ileri geri yürürken, yanındaki rüzgara karşı yürümeye çalışıyor az çok da başarıyor; diğeri “dizinde şarap şişesi kırma” figürünü uyguluyor; en sağdaki ise el çırpmanın kireçlenmeyi önlediğini anlamış.

kendimi kontrol edemiyorum
herhalde ben deliyim
söylerim saçma sözler
tanınmaz bir haldeyim

İşte bu yukarıdakı Shakespeare vari dörtlükte kendine tam teşhisi koyan Gençkan, sonraki dörtlükte bize insanlık dersi verip, şapkamızı önümüze alıp düşünmemizi istiyor:

Nasıl duygu bilsiniz
Siz de bir gün delirsiniz(delirirsinizzz)
İnsanlar yabancı
Dünyayı bir görseniz

Buğulanan gözlerimizle ve Gençkan’a hak veren dimağlarımızla klibe kaldığımız yerden devam edince, bir şeyi fark ediveriyoruz: Biz bunları düşünürken, O kıyafetini değiştirmiş hem de tişörtünü pantolonun içine sokmuş. Niye böyle olduğunu ilk başlarda bir gözlemci olarak anlayamadım ve sembolik bir şey olduğuna karar verdim önce… Zaten ilerleyen satırlarda sebebi de anlaşılacak…

İlerleyen dakikalarda kendini bir türlü beceremediği dansa kaptıran Gençkan, adeta kendinden geçiyor. Karadeniz’in hırçın dalgaları yine kendini gösteriyor (1.33), ayrıca “……,amannn salla baba ya, biz bilioz da mı oynuoz” figürü de yine onunla hayat buluyor. Müritleri de ondan umudu kesmiş, jedi temple’ a girmiş ve bandanalı yabancı bir hocadan dans dersleri alıyor…

(1.43 ve 2.09) bu dakikalar bağlantılı birbiriyle ve Da Vinci şifresi gibi çözülmeyi bekliyor klibin içinde. Gençkan iddiasının aksine oldukça akıllı biri, sembolleri seviyor; bulmacayı çözmek ise bize kalıyor. Gitarıyla sevişen Gençkan, deri ceketin karizma oluşturmadaki yadsınamaz katkısını biliyor tabii ki. Ayrıca işporta güneş gözlüğüyle karizmayı perçinliyor. İşte, gitarı mundar etmeden hemen önce, Gençkan o yakıcı bakışını fırlatıyor ve kamera da ona hayvan gibi zoom yapıp; sonra hatasını anlayarak zoom u geri çekiyor. O an olanlar oluyor ve Gençkan zihinsel olarak 5 yaşındaki haline dönüyor. O son bakışı da, babasınınkini görmüş 5 yaşındaki çocuk ifadesi(dikkat edin, bu bulmacadaki son çözülen parçaydı) Bu zoom-sal şok(evet evet, gözüne ışık girmiş) geçmişindeki o anın bilinçaltındaki yansımasıyla birleşince Gençkan artık başka biri… 2.09 dan itibaren Gençkan 5 yaşında ve kırmızı tişörtü de nasıl özenle pantolonunun içinde, dansı da etkilenmiş ama evrenselliği aynı: Dünyayı kucaklıyor.

2.20 den sonra Gençkan iyiden iyiye kendini kontrol edemiyor; bir zoom daha yiyor ve bu sefer mucizevi şekilde normale dönüyor. Bir alacalı gömleğini giyiyor bir kırmızı tişörtünü… Klibin sonundaki gitar solosuyla da taşı gediğine koyuyor, evet bunu yapıyor…

Gençkan’ın klibini ailenizin korsan sanat yönetmeni, kareografı, senaristi ve sosyoloğu olarak yorumladım, hatalar varsa affola. Ben Gençkan’a kendi adıma sonuna kadar güveniyor ve bu kurtlar sofrası olan müzik piyasasında özgünlüğü sayesinde yerinin sağlam olmasını temenni ediyorum..

Evet evet, geri dönebilmeyi başardım..

Tatili yiyip bitirip döndük biricik çölümüze. Tatile giderken yanımda küçük bir bavulun yanı sıra çözülmeyi bekleyen bir kaç sorun da vardı. Kafam da biraz –yok yok, epey- karışıktı. “Şimdi kendimden eminim ve kararımı da verdim” diyebiliyorum sanırım…

Gezi yazısı, anılarım, hatıralarım vs vs vs… Bunları yazmayı sonra düşünüyorum. Çünkü 2 gündür derin bir miskinlik var. Geldiğimden beri yaptığım tek şey dvd izlemek(o filmlerin yorumları burada yaparım zaten), dışarıda sürtmek ve “ulannn hangi dersleri seçsekkk” diye panik yapmak. Bi de İtalyanca mı İspanyolca mı karmaşası. Kotalar dolarsa önce yabancı dil sekreterliğinin önüne siyah çelenk bırakacam, sonra da Almanca 4’ümü paşa paşa alıcam.(Bir de İbranice var diyolar ama 5 senedir verilmiyormuş, maceralı olabilir) Seçmeli ne ola ki acep diye soruyordum kendime haftalardır: Psikoloji, sosyal psikoloji, uluslar arası 2, dünya mitolojisi(ulan inşallah kalkmamıştır)… Hala karar veremedim beaa.

Aklımda o kadar yazacak şey olunca hepsini unutuveriyorum o yüzden doğaçlama yapalım biraz da. Geldim Ankara’ya bir de ne göreyim! Dergimiz artık dağıtım aşamasına gelmiş. Beni epey sevindirdi bu… Ani bir flashbackle bbyk daki ilk toplantım geldi aklıma. Yeni ve ilk olacak bir şeyin etrafında toplanan insanlar ve o amatör ruh, çocuksu heyecan. O ilkin içinde olmak heyecanlandırmıştı zaten beni, şimdi de bunun sonucunu alabilmenin, o emeklerin havada kalmadığını hissedebilmenin verdiği huzur. Rakı-balık-sirtaki eşliğinde ıslatılacakmış. Sirtakiyi boşverin, balık da olmasın yerine midye veya kalamar olsun ama ıslatmaya hayır diyemem doğrusu.

Bir de önümüzdeki hafta Mustafa’nın filminin çekimleri başlıyor. Bu da heyecanlandırdı beni valla. Kamera arkasını merak ediyorum. Bakalım, elime yüzüme bulaştırmazsam… :)

Boş bıraktık blogu, comment sapıkları dadanmış. Youtube’den bloga geçen cumartesi gönderemediğimi sandığım 2 video salıya anca ulaşmış (hava trafiği sıkışıktı heralde) Birinin altında bir comment görünce nası heyecanlandım. Ulaa bak yorum gelmiş biz yokken diye sevindirik oldum; ama yorumun bana geldiğini gördüm. Nazara geldi, comment sapıkları dadandı, sırada ne var merak etmekteyim. Zaten 2 cep sapığım vardı bi de blog sapığı lazımdı tabii, eksik kalırdı.

Gözlerim bilgisayar radyasyonuna alışamadı 2 gün geçse de. Kısa kesecem yazıyı, ama karar verdim; sanat yönetmeni olcam bennn

not: Gençliğin son ilahının klibini youtube'le yolluyorum; artık kaç gün sonra gelirse bloga, sabredeceksiniz, commentleri eksik etmeyin...

16 Ocak 2007 Salı

Eski Dost

Tenisle ilgilenip de bu maçı hatırlamayan azdır heralde. Yeni yetme ama harika bir stile sahip Hingis'imiz yılların kurdu Graf'ı finalde haklarken bir anlık hırsının ve yaşının verdiği şımarıklığın etkisiyle kuralları hiçe saymıştı ve bu da seyircinin tepkisini çekmişti. Sonrasında yaşanan olaylar, Hingis'in molada güvenlikçi tartaklaması, kıro seyircilerin futbol maçında olduklarını sanıp Meksika dalgası bile denemesi, sonrasında top Hingis'e ne zaman gelse yoğun bir şekilde yaptıkları yuhalamalar. Ama Hingis'in kaybedeceğini anladığı anda uygunsuz servislere başlaması ama onlara bile yetişen Graf'ın maçı kazanması...

Off ki ne off, neredeyse 3 aydır oynamıyorum. Yazın sıcağı ensemizde boza pişirirken nası hırsla oynuyorduk. Okul açıldı tek sporum ödev, proje yetiştirmek için bcc-rektörlük arası 200 metre koşuları oldu. Bu böyle gitmezz, berbat forehandlerim ama inadına klas backhandlerim kafalarda patlamayı bekliyor, yine feci gaza geldim, hadi hayırlısı

Tanrı özel televizyonları korusun

İşte tek kanallı devirlerde, bir derby maçı ve bu maçın etinden sütünden ve derisinden yararlanmak isteyen trt'nin yaratıcı taktikleri. Normal başlıyor video ancak sona doğru artık iyice iş çığrından çıkıyor. Hatta gollerden sonra spiker arkadaş seviç yumağı haline gelmiş oyunculara golün nasıl olduğunu falan anlattırıyomuş... Saha içi güvenliğin yerinde olsam var ya :)

15 Ocak 2007 Pazartesi

La bellezza è negli occhi di chi guarda.

İlk görüşte’si gerçekten var mıdır, sebebi nedir, kimyası nasıldır, niye şiddetlenir nasıl hiddetlenir, nelere bağlı devam eder, mutsuz olanı varsa mutlu olanı da pekala olabilir mi, ömrü ne kadardır, uzatmak mümkün müdür, terk eden mi bırakmıştır aslında yoksa ilgisini kaybeden mi, sevmek mi daha güzeli yoksa sevilmesi mi…

Sorular karmaşık; ama bu cevapların karmaşık olmasını gerektirmez kanımca. Gerçi hayatları bu kadar kuşatan bir konuyu uzun uzadıya, sayfalarca işlemek de nasıl bir uğraşıdır? İnsanlar aşk konusunda kitaplar yazar, şarkılar besteler ve sonu genelde mutlu biten filmler çekerler. Bunları takip edenler de aşkı hayatın içinde doyasıya yaşamak varken, filmlerden ve dinlediklerinden öğrenmeye can atarlar.

Çok büyük adımlarla ve hızlı bir şekilde gelişen bu çağda, insanlar 15 dakikada karşılarındakine tapar hale gelip yine dakikalar içinde onlardan nefret etmeye başlarken ben iddia ediyorum ki ilk görüşte –aslında dakikalar bile değil- karşımızdaki kişiyle duygularımızı mı, sırlarımızı mı yoksa vücut sıvılarımızı mı paylaşacağımıza karar veriyoruz. O insanın sadece bir arkadaşımız mı yoksa hayatımızın yeni merkezi mi olacağını belirliyoruz. Asıl hayatımızın anlamı da işte tam buradan çıkıyor. (anlatım bozukluğu yok, zira “asıl” burada zarf değil; kasten sıfat…)

Kim ne derse desin, aşk karşımızdakini gözümüzde büyütme sanatı, gardını düşürmek bazen… Birbirlerine olduğu kadar ilgilerine de aşıktır insanoğlu. Kendine inanılmaz güveni olanın da tipik eziğin de konuşurken sesini içine kaçıran da, cümlelerine kelime seçme yeteneğini yitirten de o… Harcanan emekler –ilkinden en sonuna kadar- kutsal… Heyecan, korku, tedirginlik? Biraz veya çok, kim bilir? Hem aşık olmaktan korkmak, arabasının çizilmesinden korkan birinin onu dışarıya park etmeyi reddetmesi kadar anlamsız sanıyorum ki. Kalbini sadece kendine saklamak; bilemiyorum mantıklı mı? Zira hayatta ne zaman teslim olacağını bilmenin yanlış bir yanı yok…

************************

Küçük, ufacık bir deneme yazayım dedim kendimce. Sonunda tatile çıkabiliyorum, en güzeli de ne zaman döneceğime karar vermemem. Yolculuk yarın; tatil günleri de inadına az. Dinlenmeyi hak ettiğimi düşünüyorum valla :) Dönemin bütün stresi, asistan egolarının üzerimize tatbiki, bazı hocaların komplekslerini üzerlerimizde parlatması, sabaha karışan geceler, köpek ulumalarına karışan kuş cıvıltıları, yalan olan haftasonları, yıpranan sinirler… tamir olur umarım, İzmir halleder bu işi sanırım.

13 Ocak 2007 Cumartesi

Peki ben neden yazıyorum

Bugün erken yatıp sabah erkenden kalkma planım suya düştü, hala biraz uykuluyum aslında, dağınık olursa yazı kusura bakmayın. Ama bir de şu var: uykuluyken insan daha bi yaratıcı olmakta(bunu İsviçreli bilim adamları 2 seneye keşfederler zaten, ilk benden duyun ama)… Peki neden: hayal dünyasından tam kopamadığından. Gerçi bu yazı o kadar da yaratıcılık örneği olmayacak ama pazartesi günü -ki tatilden önceki final yazım olur kendisi, sonra bi İzmir’e kaçalım yaw- güzel bir yazı yazmak istiyorum…

Orhan Pamuk’un neden yazdığı konusundaki yazıdan sonra ben de kendi kendime sormaya başladım: Peki yahu ben neden yazıyorum? Sonrasında birere birer benim yerime hatıralarım cevaplamaya başladı:

Kendimi bildim bileli yazıyorum diyemem, yeteneğin her zaman kendini bir tür patlamayla ortaya çıkardığına inananlardanım. Hani mahallede gıcık kaptığın bir çocuk vardır, bi türlü dövemiyorsundur ama an gelir tüm gücünü toplarsın, kaybedeceğin bir şey de kalmamıştır. (bu, kaybedeceği hiç bir şey kalmama konusuna bir ara yine dönecem) Seni yine gıcık ettiği ilk an dalarsın, ama öyle böyle değil. Sonra da parmakla gösterilirsin. Bu benzetmedeki hırçın çocuk ben, dayağı yiyen gıcık olanı da dünya olmakta, onu da sözlerime ekleyeyim… İşte ben bunun için seviyorum yazmayı. Ve kelimelerle aram iyi olduğu için yazıyorum, iddialı olmayı sevdiğim için yazıyorum, içmeden sarhoş olunan anlar adına yazıyorum, heyecandan uyuyamadığım geceleri hep hatırlamak için yazıyorum, sinirimi bastırmak hatta kimi zaman nefretimi zararsızlaştırmak için yazıyorum. Hayal gücümü (haa, bir de Eratoyu) küstürmemek ve onun kapısını elinde bir tutam kaba ve gösterişsiz gerçekle zorlayan dünyaya inat yazıyorum, bir şeyleri tek başıma bile değiştirebileceğime olan içten ve çocuksu inancım hayalkırıklığına uğramasın diye yazıyorum. Ayıplanmaya değil, övgüye layık olduğuma inandığım için yazıyorum. Duygularımı paylaşabildiğim ve bundan utanmadığım için yazıyorum, heyecanımı zaptedemediğimden yazıyorum. Okuyacak, hak verecek insanlar bulabildiğim için yazıyorum. Haksızlığa uğradığıma inandığım zaman yazıyorum. İyi bir konuşmacı olmadığımdan yazıyorum. Karşısında sesimin içime kaçtığı, kelimelerin sırasının yalan olduğu insanlar halimden anlasın diye yazıyorum. Pişman olduğum zaman yazıyorum, günah çıkarma yöntemim olduğundan yazıyorum. Bana bu kadar mutluluğu yaşatan, neredeyse her istediğim şeyi sırf “zırlamasın bu velet” diye söylenip; bana hemen verdiğine inandığım dünyaya ve insanlara bir tür “borcum” olduğuna inandığım ve karşılığını ödemem gerektiğini düşündüğüm için yazıyorum.

8 Ocak 2007 Pazartesi

You Gotta Be

you gotta be bad, you gotta be bold
you gotta be wiser, you gotta be hard
you gotta be tough, you gotta be stronger
you gotta be cool, you gotta be calm
you gotta stay together
all i know, all i know, love will save the day

5 Ocak 2007 Cuma

Genç bloggerlar rahatsız

Açtığımdan bu yana Türkiye’nin dışında Arjantin’den Kanada’ya; İsrail’den Suudi Arabistan ve Amerika’ya kadar her milletten insanın birkaç kere ziyaret ettiğini görüp sevindiğim blog uma dikkat ediyorum da fesatlar dadanmış arkadaşlar :P …

Stanford Shaw’ın tercümanı olduğum günü yazdım adam haftasına çıkmadan vefat etti, yeni aldığım cebimi tanıtayım dedim, telefonumu cin çarptı (yok bea worm muş). Yani bazıları neresiyle okuyorsa yazıları artık, korkmaya başladım, açık söyleyeyim. Bunlar saçımdan bi tel bulsalar kara büyü bile yaparlar be, onlarda bu potansiyeli görüyorum ben…

Açıkçası söz konusu bilgisayar, cep telefonu gibi cihazların güvenliği zartu zurtu olunca benden paranoyağı yoktur ama bu cep hikayesi çok acı bi tesadüf (en azından ben öyle umuyorum) Blueooth mesajında bir arkadaşın ismi olması ve benim bu yüzden gardımı düşürüp mesajı açmamla sonuçlanan trajedi. Gittik servise çözüme kavuşmadı, hatta hayatında bir bilgisayara reset atmamış (gerektirecek bir çökme asla yaşamadım) olan ben, cep telefonuna nasıl hard reset atılırmış onu öğrendim; ama olmadı, hatta aspirin bile verdik gene kurtaramadık telefonu. Çürüğe çıkmış telefonun başında intikam yeminleri ettik ama neyse ki kazanmanın yolu bazen kaybetmekten geçermiş bu olay da ona vesile oldu. Şimdi tatili bekliyorum kafamı dinleyecem artık…

Nazar sahipleri, sözüm size:

Sataram blogu haaa!

1 Ocak 2007 Pazartesi

Be yourself no matter what they say

“Yeni yıl” demek ve hala ona coşkuyla, yeni umutlarla ve eğlenerek girmeye çalışmak… Bir önceki seneden kalan kayıpları, kötü hatıraları ve bir daha yaşanmaması dilenen olayları hatırlamak. Ve -biraz da nankörce- bir önceki seneyi çoğunlukla iğreti bularak, yeni bir 365 günlük zaman diliminin kişiye mutluluk getirmesine inanmak. Bunlar tabii ki insanların genel kanısı ve böyle de olmalı. 1 Ocak ve sonrasının aslında yeni bir seneyi getirmekten başka bir anlamı olmadığını ve aslında olmaması gerektiğini düşünüyorum ben. Kalıplaşmış yeni yıl temennileri ve körü körüne bağlanan inançları inandırıcı bulmuyorum. Yeni yılın kendi açımdan iyi geçeceğine kendimi inandırmak istemiyorum ve temennide de bulunmak istemiyorum. Çünkü ben, yeni yılın bana istediğim şeyleri vereceğinden emin olmak istiyorum. Zira yeni bir yıla girdiğimi pek de takmayarak 2006’daki gibi hedeflerim doğrultusunda hiçbir değişiklik olmadan aynı yoldan devam etmekteyim. “Ay kardeş yeni yıl inşallah size bize herkese mutluluk, para, aşk, sağlık getirir” diyenler (yakınlarına alışkanlık olarak bu dileklerde bulunan aile büyükleri dışında tabii) kanımca kendilerine inanmayan insanlar. Sadece belli başlı büyük olaylardan mı güç almalı insan? Tekrar belirtmekte yarar var: yeni yılın bana mutluluk, sağlık, başarı, şu, bu vs getirmesi için ben çalışmalarıma zaten başladım ve yeni yıl gelsin de bi girelim, o zaman her şey belli olacak demiyorum. Aklımda bazen içimi ısıtan güzel umutlar var, verilmiş sözlerim ve gerçekleştirmeyi çok istediğim projeler var.

31 Aralık sabahı erken kalkıp arkadaşla buluştuk. “Otobüsler de beleş amma kalabalıktır” dediğim anda bir otobüs bitiverdi. Bedavalara alışkın olmadığımdan bedava mı bugün diye soruverdim birdenbire. Yani inanamıyorum: Bir bayram sabahı ve öğleni sokaklar bu kadar mı boş olur. Bayram olduğunu bırakın, normal bir günden bile sıkıcıydı sokaklar, Ankuva, Kızılay. Biz de sinemaya gidelim deyip, filmlere baktıktan sonra “lan bunların hepsini 2 haftaya çekeriz netten” deyip “karnımızı doyuralım” dedik. Sabah sabah salak esprilerimiz kahkalara karıştı. Mutluydum bea, hem de sabah sabah. Sonra arkadaştan ayrılıp, yurttan arkadaşlara Noel Baba edasıyla katıldım. Yedik içtik zırvaladık, sevindik sevindirdik. Bazı bayram tebrikleri çektim falan. Yurttan sonra ne yapacağımdan açıkçası emin değildim. Zuladaki başka arkadaşlarla günün kalanını mı geçirsem(çoktandır ısrar ediyolardı), eve gitmeyip aylak aylak akşama kadar sadece yürüsem mi yoksa eve mi gitsem. Annem yılbaşı yemeğine sanki ordu gelecekmiş gibi hazırlık yapıyordu kaç gündür, abim de akşama doğru arayabilirdi laf aramızda, sonra kimbilir ne zaman arayabilir…

Kararımı verdim, bu sene zaten en fazla 10-15 kere ailecek oturabilmiştik yemeğe ve bu gece zaten bir kişi eksik oturacaktık yılbaşı yemeğine. Bir de ben olmazsam yakışıksız bişey olurdu diye düşündüm. Hem süslediğim çam ağacına bi bakarım arada dedim.
Kalbim temizmiş ki abim arayıverdi, televizyon izliyolarmış keyifleri de yerindeymiş. O kadar öğrenebildim. 3 kişi telefon sırasında olunca tabii… Yılbaşı çamına baktım saat 12 den sonra. Hiç dikkat etmemiştim ama geçekten iyi süslemişim, içimi bir umut sardı işt o an yeni yıla dair. Ama bazı burukluklar da var…

Uzun uzadıya düşünmekten bazı alışkanlıkların doğduğu ve etraflıca düşündükten sonra ise her şeyin insana inadına mantıklı geldiği de pekala gerçek. Biraz bunları ve yakın geçmişi düşündüm… Aklıma hiç yoktan geçen sene bi otobüsten inerken aklıma gelen ve bi köşeye not etmeyi unuttuğum şu sözler geldi: İyi niyeti, içtenlik ve samimiyeti sürdürmeye çalışıp; çıkarsızca, karşılık beklemeden insanları düşünen insanlara önce inanmayıp sonra iyi niyetlerine kuşkuyla yaklaşan ve onların bu tavırlarını samimiyetsiz çıkarcı bulan insanların başkalarından kazık yedikleri ilk olayda “dünyada iyilik, şu bu gibi erdemler kalmamış abi yaw, hadii içelim” gibisinden lakırdılar etmeye hiç hakları yok.

Yatağa sırtüstü uzandım. Ellerimi başımın arkasında kavuşturup; aklımca o an sadece beni dinlediğine inandığım Allah’a karşı konuşuyorum. Dedim ki içimden:

“Allahım, bu son bir sene içinde nasıl bir insan olmamı istediğini yeterince belli ettin. Ben ise sanırım her fırsatta bunu anlamamazlıktan gelmeyi marifet saydım. İyi niyet, samimiyet, arkadaşlık, her zaman en zor anlarda bile doğruyu söyleyebilmek gibi erdemleri sürdürmeye çalıştım. Ama açıkça anlıyorum ki şimdi, insanları kırmamaya çalıştıkça daha çok kırıldıklarını, yanlış anlaşılmaktan azami şekilde kaçındıkça yanlış anlaşıldığımı ve başkalarını düşündükçe onlar tarafından önemsenmemeye başladığımı bana defalarca kere anlatmaya çalıştın. Belki de ben bunları sürdürdükçe daha da fazla acı çekip yine hayal kırıklıklarımla kalacağım, satılacağım. Belki de sen, benim artık değişmem gerektiğini düşünüyorsun ve değişmedikçe bunların sürüp gideceğini kafama sokmak istiyorsun. O zaman sana karşı koymak imkânsız ve bu kesinlikle sana hakaret olur… Evet evet yeni yılda yeni kararlar alıyorum artık, acı çekmemek için kolay yolları seçmeliyim: ne düşünecem lan herkesi, düşündükçe biz kötü oluyoz; bencil olacam hem zaten dünya kurtlar sofrası herkes kendi başının çaresine bakmalı be; sevdiklerime değer de vermeyecem lan artık, cool takılacam hiçbişeyi belli etmicem; bir de kimseye yardım etmicem aga, hayatta hiç bişey karşılıksız değil zaten….”


Yok öyle demedim, şablon aynıydı; ama biraz daha farklı bişeyler dedim:


“Allahım, bu son bir sene içinde nasıl bir insan olmamı istediğini yeterince belli ettin. Ben ise sanırım her fırsatta bunu anlamamazlıktan gelmeyi marifet saydım. İyi niyet, samimiyet, arkadaşlık, her zaman en zor anlarda bile doğruyu söyleyebilmek gibi erdemleri sürdürmeye çalıştım. Ama açıkça anlıyorum ki şimdi, insanları kırmamaya çalıştıkça daha çok kırıldıklarını, yanlış anlaşılmaktan azami şekilde kaçındıkça yanlış anlaşıldığımı, ve başkalarını düşündükçe onlar tarafından önemsenmemeye başladığımı bana defalarca kere anlatmaya çalıştın. Belki de ben bunları sürdürdükçe daha da fazla acı çekip yine hayal kırıklıklarımla kalacağım, satılacağım. Belki de sen, benim artık değişmem gerektiğini düşünüyorsun ve değişmedikçe bunların sürüp gideceğini kafama sokmak istiyorsun. Hem ne demişler “direnilen şey kalıcı olur”. O zaman sana karşı koymak imkansız gibi görünüyor ve hayalkırıklıkları da beni oldukça yıpratmakta. Ama korkarım ki ben direnmeye devam edicem. Hala sürdürecem bu tavırlarımı ve açıkçası sürdürmek zorundayım. Kendim olmalıyım, ne pahasına olursa olsun yaw. Kazık mı yemeye meyilli bu tavırlarım, yanlış mı anlamak istiyor insanlar, önemsemeyecek mi sevilenler onlara değer verdikçe, hesaplı mı görünüyor kendimce düşünmem değer vermem insanlara? Bu sanırım benim sorunum değil tamamen karşımdaki insanların dış dünyaya artık güvenmemesi / güvenememesi. Çoğu haksız da değil. Ben yine de kendim olmaya devam etmeliyim. Aksini yapmam sana karşı hakaret olur sanırım. Bana geri dönen tavırlardan da yakınacağıma, sanırım öncelikle kendimi o insanların yerine koymalıyım. Öyle dark side’a geçme tripleri de bana hiç yakışmıyor. Kendim olmam aleyhime gibi görünse de lehime –en azından olmak zorunda- . Senden özür dilerim, değişmicekmişim zaten, senin de boşu boşuna kafanı şişirdik kusurumuza bakma; biz düşünceli insanız ne denirse densin… “

Haydin yeni yılınız kutlu olsun, herkesin biraz umuda ihtiyacı vardır çünkü…