30 Ağustos 2007 Perşembe

28 Ağustos 2007 Salı

0 Yorum

Yazmak, duygularını başkalarıyla paylaşmak aslında epeyce cesaret isteyen bir olay. Bir dergide yazarsanız şayet, olumlu/olumsuz pek çok eleştirinin gelmesi oldukça doğaldır. Pek çok da riski vardır yazmanın ve yazdıklarını geniş bir kitleye ulaştırmanın.. Yazılarınız akıcıysa, okuyana bir şekilde "perspektif kazandırıyorsa" veya bir şeyler öğretiyorsa hatta okuyanın daha önce yaşadıklarına tercüman olabiliyorsa kuşkusuz yazarının ödülü pohpohlanmak ve takdir edilmek olacaktır. Ama bir şekilde bir yazısı beğenilmezse şaklaban yerine konma riski de vardır. Ben kendimle birlikte tüm yazarları -ki kendimi bir şekilde yazar statüsüne kavuşturuyorum- toplumun soytarılarına benzetirim. Okunursunuz, beğenilir veya beğenilmezsiniz ama size bakış açısı bir yandan da daha değişik bir noktaya kayar. Bir çeşit "eğlendiricisinizdir". Hayatında eline kitap almamış insanlar bile sizi eleştirebilir, bunlara alışmalısınızdır.

İnsanlar her zaman sizden ciddiyet beklerler. Çünkü yazarlar, edebiyata bir şekilde bağlı olanlar ciddi,titiz ve her zaman mantık abidesi olmalıdır!! Genel kanı budur. O yüzden beni hayatında ilk kez gören sonra da yazılarımı okuyan insanlara edebiyatçıdan çok başka bir şey gibi görünürüm.

Blog yazmak ise moral bozucu noktalara gelebilir bazen. Siz yazarsınız, başkaları okur; buna karşı çıktığınız yoktur tabii ki. Bazı yazılarınızı beğendikleri de olabilir, beğenmedikleri ve karşıt görüşte oldukları da çıkabilir. Ben şahsen beni okuyanların olumlu da olsa olumsuz da olsa kendilerinde iz bırakabilen yazılarıma bir şekilde yorum bırakmalarını isterim. Çünkü okumak da yazmak kadar sorumluluk ister. "Şu yazın berbat olmuş çok kötü" de diyene kızmam, "şu yazın benim için önemliydi, bana moral verdi" veya "ilgimi çekti" deyip belkide daha farklı olan görüşlerini belirtmelerine de sevinirim.

Haksız mıyım :)

27 Ağustos 2007 Pazartesi

un attimo di pace

"Time is an illusion"

Böyle diyor Einstein ve haksız da değil... Bazen zaman akmak bilmez, saniyeler saat oluverir ve gözlerinizde büyüdükçe büyür. Her şey aynı ve monoton gelmeye başladıkça akmayan saatler çıldırtır insanı. Bazen ise günler o kadar çabuk geçer ki..

Ama bence, -yavaş da aksa hızlı da geçse- dakikalara ve hatta saniyelere sığacak o kadar şey var ki..

26 Ağustos 2007 Pazar

Billy Idol - Eyes Without a Face

i'm all out of hope
one more bad dream could bring a fall
when i'm far from home
don't call me on the phone
to tell me you're alone
it's easy to deceive
it's easy to tease
but hard to get release

les yeux sans visage eyes without a face
les yeux sans visage eyes without a face
les yeux sans visage eyes without a face
got no human grace your eyes without a face.

i spend so much time
believing all the lies
to keep the dream alive
now it makes me sad
it makes me mad at truth
for loving what was you

les yeux sans visage eyes without a face
les yeux sans visage eyes without a face
les yeux sans visage eyes without a face
got no human grace your eyes without a face.

when you hear the music you make a dip
into someone else's pocket then make a slip.
steal a car and go to las vegas oh, the gigolo pool.
i'm on a bus on a psychedelic trip
reading murder books tryin' to stay hip.
i'm thinkin' of you you're out there so
say your prayers.
say your prayers.
say your prayers.

now i close my eyes
and i wonder why
i don't despise
now all i can do
is love what was once
so alive and new
but it's gone from your eyes
i'd better realise

les yeux sans visage eyes without a face
les yeux sans visage eyes without a face
les yeux sans visage eyes without a face
got no human grace your eyes without a face.
such a human waste your eyes without a face
and now it's getting worse.

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Dr. Jekyll and Mr. Hyde

İkiye ayrılmak pek çoğumuzun başına gelmiştir hayatta en az bir kez.. Bir yanımız bir şeyi isterken, onunla huzur bulacağına inanmışken diğer yanımız istediğimiz şeyin tam zıttının cezbediciliğini aklımıza sokabilir. İki taraf da zamanla güçlerini dengeleyebilir ve bir bakmışsınız ikisinin de gerçekleşmesini aynı oranda arzular hale geliriz. Taban tabana zıt oluşlarının bir değeri kalmaz gözümüzde. 5 yaşındaki çocuk saflığıyla aynı anda gerçekleşebileceklerine inanabiliriz. Söz gelimi bir tarafımız dinginliğin ve huzurun bize iyi geleceğini düşünürken hemen akabinde hareketin ve canlılığın ve biraz da çılgınlığın bizim asıl ilacımız olduğu hissine kapılabiliriz. Önemli olan ruhun güzelliği deyip çok güzel kızlar uğruna türlü şebeklikler yapabiliriz. Tatil demek kitap okumak, kısa yürüyüşler yapıp salıncakta sallanmak diye düşünmenin ertesinde tatil deyince dağıtılır, havuza işenir, barlarda sabahlanır öteki türlüsü ezik işi aga diyebiliriz. Kendi içimizde çatışırız. Ne istediğimizi, aslında neyin bize iyi geldiğinden emin olamadığımızdır bize bunları düşündüren gibime geliyor.
Bütün bu düşünceler ne zaman aklına geldi derseniz, gece 2 gibi bisikletle arkadaşlardan dönerken gölgemin ikiye ayrıldığını gördüm. Tüm bir yılım gözümün önüne geldi. Tanıştığım insanlar ve girdiğim ortamları hatırlayıverdim.

Hem bir de evimizin önündeki 2 rakip mekan var. Biri devamlı içip dağıtılan bir cafe, 70 metre ilerisindeki de kendi kendine yeten çapta bir Türkü evi. İlk haftalarda ben bu türkü söyleyen adamı döverim dedim kendi kendime. Tsunamiler çıksa da sazını alıp götürse diye az düşünmedim değil.. Ama 2 gündür aynı repertuarını dinliyorum. Artık ezberledim ve geniş bir halk müziği dağarcığım var. Hoşuma da gitmeye başladı bedava konserleri.
Şimdi de türküde “ne de olsa kışın sonu bahardır...” diyor; ama işin ironik yanı, yazdayız daha....

11 Ağustos 2007 Cumartesi

They won’t go when I go..

Bugün bir Kandil günü ama cebime hiç bir kutlama mesajının gelmemesinin yanısıra benim garipsediğim başka şeyler de olur böyle önemli geceler geldikçe. Kendimizi gerçekten çok uyanık sanıyoruz ve hep kolaycılık peşindeyiz; acayip şark kurnazıyız. Bunu size pek çok örnekle açıklayabilirim: Böyle Kandil gecelerinde veya Ramazan ayı boyunca ağzına içki koymayıp diğer günler zurna gibi içenlerden, onca pisliğe bulaşıp sonra “Hacca gittim tövbe ettim artık” diye geçinenlerden; yediği türlü bokun sonunda manken-fotomodel eskisi beylerimizin- eskidikleri için- hiçbir şeye yaramayacaklarını anlayınca “İslam’ı buldum Kuran’a sarıldım kardeşler” diye ortaya çıkmasından tutun da Ramazan boyunca oruç tutmayıp Kadir gecesinde tek gece için oruç tutarak sevaba kavuşacağını uman sivri zekalarımız var. O kadar ilgili ki bu arkadaşlar Ramazan’la; aslında Kadir gecesinin Ramazan’ın 21-23-25-27 veya 29 uncu günlerinden biri olduğunu yani hangi gün olduğunun kesin bile olmaması gerçekliğinden bile bihaberler. 5 vakit namazı hiç sekteye uğratmayıp aynı zamanda İslam’da yasak olan onlarca günahı işleyen beyler şekilciliğin en ustaca örneklerini sergilemekte; dinim gereği şunu şunu yapıyorum diyenler ne hikmetse lüksler içinde yüzmekte, yanıbaşlarında -gerçekten- bir parça ekmeğe muhtaç olanlar dururken.
Ve bizler de yozlaşmışlığın ortasında sofuların ve din tacirlerine ve gerizekalılara sıfır hayatlar sürerken böyle basit gerçekleri dile getirmekten bile çekiniyor; cahillerin, asalakların asla kaybetmememiz gereken hür iradelerimize sahip olma çabalarına seyirci kalıyoruz.

George Michael- they won’t go when I go
;)
Tenis şortumu ve tenis ayakkabılarımı koşarken veya günlük kıyafet niyetine ne zaman giysem, vicdan azabı duyuyorum. Ankara’ya dönünce kendime yeni tenis partnerleri edinmeliyim, oynamayalı epey uzun bir zaman oldu. Kaan’la ne zaman oynasam daha fazla stresle yükleniyorum. Abi nası servis atıon, abi ciddi oyna şunu...Ama gidip oynasak, su da yok ki Ankara’da yorulunca içelim.. Amaaan Melih Gökçek’in suyunu sıkar içeriz.
Arkadaşla konuşuyoruz. Arada ona şöyle dedim: “Msn’de seni biri ekleyince onay için ekranın sol üst köşesinde bir anda, sessizce beliren şeyi çok seviyorum.” Onun da hoşuna gidiyormuş. Ama o çok daha farklı bir perspektiften baktı benden iyi bakmasın: Sanki yeni bir arkadaşla tanıştırılmak gibi! Ya gerçekten epey hoşuma gitti benzetmesi. O menü hiç değişmiyor. Yıllardır formatı aynı ama çok seviyorum ben o menüyü. Aynı heyecanı duyarım ne zaman belirse ekranımda. Keşke her şey onun gibi ilk günkü heyecanı verse di mi?

Yangında ilk beni kurtarın :P

10 Ağustos 2007 Cuma

Bazı günler her geçen saniyenin aleyhime işlediğini düşünüyor an ve an birşeyleri kaçırdığım hissine kapılıveriyorum. Belki de en kötüsü olarak da bu zamanların bir daha asla geri getirilemeyeceğini biliyorum. “Beklentilerde endişeye düşmek” her an için tüyleri diken diken etme ve insanı durduğu yerde paniğe sevketme potansiyeli her zaman olan bir buruk tatlı his. “Denemediğim bir şey kalmamalı“ veya “şunu, şunu yapma cesaretini göstermekten çekinmemeliyim” düşünceleri gel –git yapmakta zihinde..
Bugün hava rüzgarlıydı epey. Öğlen uyuyakalmışım. Uyandığımda saat 4 gibi birşeydi. Üst kata çıktım ve o rüzgarda insanların uçuşan deniz şemsiyelerinin peşinden koşmalarını sadist bir zevkle izledim. Bu olay sahilde olsak bizim de pekala başımıza gelebilirdi, ama yukardaki balkondan, yani tepeden izlemek daha başka bir şey. O balkondan izlerken, kendinin de başına gelebileceğini hissetmiyor kimse. Herkesin geçici, kendinin ise kalıcı olduğunu bilse insan, bunun garantisi olsa veya bir şekilde ona verilse; hayata ve içindekilere bıyık altından gülerek bakardı bence.

9 Ağustos 2007 Perşembe

Gerçek ve sahte düşler..

Hayal? Kurarım.. Küçüklüğümden beri huyumdur. Senaryo yazmakta sıkıntı çekmememin yegane sebeplerindendir. Peki size aslında hayal kuranlar ikiye ayrılır desem nasıl karşılarsınız?
Arkadaşlar, hayal kuranlar ikiye ayrılır. Birinci grup, sonunda onları gerçekleştirmek istediği için ve buna güç yetireceğinden emin olduğu için kurar hayallerini. Henüz gerçekleşmemesi hayalkırıklığına uğratmaz onları. Zira bu kişiler henüz zamanının gelmediği için gerçekleşmediğini düşünür ve kendilerini böyle motive ederler.
İkinci grup ise hayallerini gerçekleştirmenin zor ve yorucu olduğuna kendilerini inandırdıkları için, ğerçekleri uğruna çabalamak yerine sanalları ile sahte bir rahatlama yaşarlar önceleri. Ama zamanla hayalini kurdukları şeylerin gerçekleri yerine şaşırtıcı bir şekilde sanlalarıyla kafalarını doldurmak onların huyu oluverir. Bu da onları tatminsiz ve depresif yapar

So; keep your dreams alive ;)

8 Ağustos 2007 Çarşamba

Fassinating

Sezen Aksu’nun biricik oğlu Mithatcan Özer sevgilisi İlhem’in poposunu öpmüş. Anası serçemiz de kendine has espirkeş(!) kişiliğiyle “Oğlum senin baban ananı böyle mi öpüyordu” demiş. Ha ha ha! Olayın magazinel kısmını bırakalım. Mithatcan’ın benim çok istediğim mayoyu giymesinden dolayı onu kıskandığımdan da yazmıyorum bunu. Kardeşimiz yakışıklılığı, karizması ve pırlanta kişiliği, derinliği ve biraz(!) da annesine doğrudan beste dilenmekle veya elinden tutması için yalvaracaklarına direk onunla izdivaç kurmalarından yararlanıp yolunu bulmuş. Bu ucuz şöhretini yerecek değilim, benim dikkat ettiğim nokta şu.. Poposunun tuzuna dudaklarını değdirdiği hanım kızımız bilmem nereli falan ama müzik alanında Türkiye’de yerini sağlamlaştırmak isteyen ithal insanlardan biri. Ve şansını zorlamak için beste fabrikatörünün oğluyla birlikte. Peki burada aslında kim kimin kıçını öpüyor dostlar?
Pek de olaya bağlamadan dinleyin bu şarkıyı :)

Ace of base – Wheel of Fortune

7 Ağustos 2007 Salı

Nothing ventured nothing gained..

“2. Bir şans için neler vermezdim” derler hep.. Aslında bunu söyleyenler, alışkanlık haline getirenler yanlış yapmaktadırlar. Diyorum ki, çaresizliğe miskinlik serpmekteler. Neler vermezdin ulan! diye sarssanız size verecek bir “master plan”(!) ları da yoktur ki böyle hayıflanmakla zaman geçirenlerin. Böyle söylemek yerine “2. Bir şans için ne fedakarlıklarda bulunurdum” diye düşünmek belki de çok daha ileriye yönelik olur da geçmişte yapamadıklarını yapabilip, bulamadıkları cesareti de bulabilirler

6 Ağustos 2007 Pazartesi

Bir hayale kapılmak ve o hayale kendini kaptırmaktan daha sarsıcı ne olabilir? O hayali başkasına kaptırmak. Dilediğimiz şeyleri, tam da beyin kıvrımlarımızda anlamlandırıp tasvir ettiğimiz güzellikleri başkalarının yaşadığını görmek sizi mutlu eder mi? Bunu sorun kendinize ve cevabı hayır olursa kendinizi suçlamayın. Tereddütsüz “evet “cevabı verirseniz de siz soyu tükenmekte olan bir türsünüz demeliyim veya hemen ateşinizi ölçmeliyim.

5 Ağustos 2007 Pazar

Fly responsibly

İçinde martılar olan insanlarla takılmalıyım sanırım. Çılgınlık eşiği yüksek olan insanlar bulmalıyım çünkü potansiyelimin yüzde 40’ını kullanıyorum buralarda.. Aaa uçup da konamamak var ama!
So; fly responsibly :P

bir sonraki haftalık güncellemem haftayadır :PPP

4 Ağustos 2007 Cumartesi

Timing

Elde edemediklerimiz için aslında hiç olmayan “doğru zamanı” suçlarız. “Doğru zamanı ayarlayamadım”, “bir türlü denk getiremedim” denir. Şu tokadı atayım bu suratlara kendilerine gelince iyi bellemeliler: “Doğru zaman beklenmez, kollanır” Bu sözü nerde duydum hatırlamıyorum, zira önemli olan nerde duyduğum değil onu uygulayabilmem. Hatalardan ders çıkarmayı bilmeyenlerin tarih kitaplarında şu yazar: “Tarih tekerrürden ibarettir” Hayır, tarih hatalarını tekrarlayanlar için hazin tekerrürlerden ibarettir. Hatta yitik while loop’larından ibaret. Aradaki “if” leri hala comment’likten çıkaramayan cesaretsizler için... (bilgisayarcılar anlar sanırım)

3 Ağustos 2007 Cuma

Tabula Rasa

Aslında gün içinde aklıma gelen pek çok fikir, düşünce ve imge kırıntıları; bazı bazı sağlıklı olduğuna hala inandığım beynime çarpan hayaller ve ikilemlerin yol açtığı karmaşanın ürünü sivrilmiş ama sıcağı hemen soğuyuverdiği için ileriye atılmaya mahkum olacak planlar vardı. Kırıntılar da bir o kadar güzel ama birleştirilemeyecek kadar ayrık olduklarından dolayı yerinde yani kafamın içinde güzeller...

Sir Alexander FLEMİNG penisilin denilen bulaşığa yardımcı olduğu kadar insan tabiatına da iyi gelen buluşunu tesadüf –tümden değil- eseri olarak bulmuştu. Tıpkı Sir IAN McCellan denilen oyuncu tanrısının (magneto ve lotr) tiyatroya kendisine sevgili bulmak için girmesi gibi. Ama ikisi de sanırım zamanla amaçlarının ve umduklarının fazlasını buldular. Niye bunu demekteyim ki, tıpkı benim yazmaya lisede “yazdığım” bir kız uğruna başlamam gibi veya bloga başlamama – daha doğrusu özenmeme- bir zamanlar fazlasıyla değer verdiğim bir dişi canlısının sebep olması gibi. Böyle basitçe başlayıp sonra karmaşıklaşan daha bir kaç şey sayabilirim size en azından. Tesadüf var mı dostlar? Tesadüflerin çok sık olması onların tesadüf özelliklerini köreltmez mi ? Ben hala niye yazıyorum peki? Yazmayı sevdiğimden mi? İnsanlara “bakın, ben de sizinle aynı duyguları yaşıyorum” müjdesi vermek için mi? Onlara -ben kimim ki- dayanma gücü verebilmek için mi? Yol göstermek için mi? Hoşnut tutmak için mi? Onlara değer verdiğimi anlamalarını sağlamak için mi?
Aslında yazıya başlamadan önce ne yazacağımı da bilmiyordum. Güzel bir film izledikten sonra balkondan denizi seyrettim. Sanki ayağımın altında gibiydi. Dalga sesleriyle birlikte denizin bu kadar yakında olduğunu bilmek insanın içini -nedendir bilinmez- sarhoşlukla dolduruyor. İçkiden çok beni denizin sarhoş etmesini tercih ediyorum. Klişe geyiklerindeki gibi salak “rakı-balık” ıvır zıvırlarını bırakın, ben denizi sade seviyorum. Zihnimi boş bir tenekeye çevirmesini, tüm bulanıklıklarımı, tereddütlerimi ve korkularımı ıslatmasını seviyorum. Geride bana yeni günün diğerlerinden farklı olacağını müjdeleyecek gücünü seviyorum
Special thanks to:
Alphaville -Big in Japan-Freeform five - No more conversations on my own

2 Ağustos 2007 Perşembe

Şansa inanmıyorum, fırsatlara inanıyorum. Kendi yarattığımız –farkında olduğumuz veya olmadığımız- fırsatlara şans adı veriliyor. Farkında olmadığımız şansı nasıl yaratırız peki?Yeteneğimizin bize kattığı birikimimizle, oluşturduğumuz çevremizle, bize “gelir” o.

Sahip olmakla olmamak arasında -aslında- hiç bir farkın olmadığı zamanlar vardır. Arada fark yoksa buna “değerini bilmemek” deriz biz. Nankörlük de diyenler vardır. Sahip olmadıklarınızdan veya asla olamayacaklarınızdan dolayı hoşnutsuzluk duyabilirsiniz, sahip olanları kıskanabilirsiniz ancak bilin ki dünya açgözlülük, adaletsizlikler ve haksızlıkların oldukça fazla olduğu bir yerdir. Yolda yürürken, yatağınızda düşünürken, televizyon izlerken, arabanızda giderken, biriyle konuşurken, işinizde ve okulunuzda bunları hergün yaşamıyor musunuz? Elbette yaşıyorsunuz. Üzüldüğünüzü bilmemek ve buna hak vermemek mümkün mü? Su katılmamış, aptalların bile kıskandığı aptallar tarafından hiç saf yerine konulmadığınız olmadı mı sizin de... Onlar hep sayıca çok diye düşündünüz değil mi? Tabii ki öyle. İhanet kokan geceleriniz sadece size ait değil, fısıldaştıkça kulağınıza daha net gelen yalanları duyan tek sizler değilsiniz ki. Herkes sizin gibi olsa aslında, Dünya yaşanacak bir yer olur belki değil mi? İçtenliğinizi -gerçekten çok değer verdiğiniz- bir insanla paylaşıp, karşılığını alamadığınız ve hemen sonra onun bunu haketmediğini size karşı tavırlarından yana yakıla anladığınız olmadı mı? Kalbinizi diğerlerinden daha fazla yaklaştırdığınız insanların sizden niye uzaklaştığını, bunu haketmediğinizi düşünmediniz mi? İçinizde fırtınalar kopmadı mı, ve bundan sonra artık önce “değer vereceğim insan buna değer mi, değecek mi” diye düşünecek kadar insanlara güvenemediğini zamanlar olmadı mı? Biliyorum olmuştur. Baş belaları hep sizin başınızda değil, onlar her yerde, kötü olan bozulmuş olan ne varsa, ve her kimse “homojen bir şekilde” dağılmış halde yaşama ortamlarına ve ayırt etmek oldukça, oldukça zor.

Doğru bildiklerinizin aslında doğru olduğunu ancak çoğu insanın kolay ve yanlış olanı seçtiği için yozlaştırıldığını bilmelisiniz. Aksi taktirde hayal kırıklığınız –büyüklüğüne ve yıpratıcılığına göre- sizi de yoz taraflara savurabilir. Bunun farkında bile olmazsınız. Düş kırıklığının soğuğu içinizi doldurur. Buza döner zamanla kalbiniz; O kadar sinsi seyreder ki bu dönüşümünüz, farkına vardığınızda geçtir artık. Siz bilin ki artık; başka birisinizdir.

Niye tahammül edilir peki bu her gün biraz daha soldurduğumuz mavi noktaya? Kara bir tablo çizmenin işten bile olmadığı bu hayata? Nietzsche kesinlikle haklıdır “Ümit etmek işkenceyi uzatır” derken... Peki biz niye vazgeçmeyiz işkence çekmekten. Mazoşistmiyizdir ki biz.
Çünkü bize verilmiş bir haktır bu hayat ve... Ve biz bu hakkı sonuna kadar kullanmak isteriz. Umut işkenceyi uzattığı kadar tehlikeli bir şeydir de: Sonunda hayalkırıklığı olasılığı yüksektir de. Ve umut ile güven kaybedildikten sonra geri kazanılması çok zor şeylerdir. Peki ya sonunda hayallerimize,umutlarımıza kavuşabilirsek! Mutluluk ve güven dolu bir hayata kavuşabilirsek, hayalimizde tüm kusursuzluğuyla yaşattığımız insanları elimizle koymuş gibi bulabilsek bu sırf ummaktan, ümit etmekten vazgeçmediğimiz için olacaktır.Umut, -farkında olsun veya olmasın- insanların çok derin köşelerinde, içlerinde yer etmiş olmalı ki hayata tutunmalarını saplayan en önemli şeydir de. Umut unutulmaz ki! Unuttuğunuzu düşünün böyle bir duyguyu. Hoşnutsuzluğunuzun ve bunalımlarınızın yoğunlaştığını ve hepsinden öte bu iki duygunun çaresinin bulunmadığından emin olurdunuz ve sonuçlarını tahmin etmek zor olmazdı değil mi? Bize biraz daha dayanma gücü veren hep umuttur değil mi?

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Ignorance is bliss...

“Kaygan,yuvarlak bir taşa basıp düşersen bu taşın suçu değildir; ama taş orada olmasa idi düşmezdin...”

Antivirüs prpogramımdan bir uyarı: “your virus protection might be out of date”, winrar ımın deneme süresi 16 gün sonra bitiyormuş ve söylememe gerek var mı bilemiyorum: İnternetim de yok. Yazlığa geleli 2 gün oldu. Buzdolabı bozuldu ve anteni bozulan televizyon sayesinde akrobasi alanına yeni bir soluk getiriyoruz. 3 saat önce pekala epey soğuk olan kola şimdi kaynar halde. Kalanına biraz viski karıştırıp eğleniyorum işte. Yalnız şunu belirtmek isterim ki viski zengin içkisi değil; ahmak içkisi. Mohito’dur esas olan hele 2 pipetle içilirse. Bir de absinthe var ki boşverin gitsin.

Sabahları (öğlenleri) beni uyandıran sazlık cafelerin en az virüs programım kadar “out of date” olan şarkıları. (Britney-toxic le uyandım bugün, halbuki ben A-HA hayranıyım :P ) Bu şarkılarla uyanınca insan sanki çok büyük bir kalabalıkla kös kös yattığını sanıp geçici moral bozukluğuna kapılabilir. Ama balkona çıkıp baktığımda boş şemsiyeler ve çoluk çocuktan başka bir şey göremiyorum.

Ne yapıyorum 2 gündür? The Secret’i bitirmeye çalışıyorum ki bu kitap hakkında söylemek istediğim şeyler var ki bunu iz bırakanlar bölümlerimden birinde LOST ile birlikte yapmayı istemekteyim. Eskileri düşünüyorum, sanırım hayatımdaki önceliklerle ilgili birtakım kararlar almak üzereyim. Güzel olduğu kadar küstah olan okulumdan ayrılmaya gene alışamadım, niye niye niye diye sorunup duruyorum. Bu yazıları hangi internet kafede sizlerle buluşturacağımı düşünüyorum, acaba usb’yi kullanmama izin verir mi kafe sahipleri diye kara kara düşünmüyor da ddeğilim. Aslında bu düşünceler sanırım yoktan karmaşa yaratanlar. Yani, her şeyi böyle inceden inceye düşünmek.. Gene mi anlamadınız?! Yani diyorum ki arkadaşlarım, gençler- böyle olduğunu göstermek adına mantıksızlığın dibine vuranlar-, veya ağırbaşlılar, beni sevenler veya öyle gösterenler; eğer internet kafeci izin vermeyecekse usb kullanmama, benim kara kara düşünmem yanıma zarar olarak kalacak, yok eğer kabul ederse gene kara kara düşünme olayım benim manevi zarar haneme işleyecek. Ayrıca Adam Philips ustanın korku hakkındaki derin görüşleri ve The Secret’in frekans saptamaları da referanslarım olsun. Ayrıca olacak kötü şeyleri önceden sezme konusundaki yeteneğim de bana pozitif düşünmenin anlam ve önemini her fırsatta hatırlamakta. Bir de okulda bazen yanıma gelip platonik aşklarından dolayı başımın etini yiyen arkadaşlarıma -yazacağım öyküden önce- küçük bir tavsiye vereyim: Zaten ulaşılmaz daha fazla ne kadar uzağa gidebilir ki? Konuşun. Reddederlerse de karşılık verseler de kazanan siz olursunuz, sırtınızdan düşen yükle denizler bile taşar kardeşler, yoksa “keşke” ler boğazınıza yapışır.Ayrıca, değer vermekten yorulmayın :P ..

Kolam bitti, bu şartlar altında daha fazla yazı yazamam. Ama şunu belirtmeliyim ki kendine güvenen insanlara cesaret veren içki değildir ;)

Şu ikiliyi dinlemelisiniz: “Pirates of the Caribbean- dj tiesto mix” ve “OPUS-live is life”