31 Ekim 2008 Cuma

Nihilism vs Existentialism

-insan ne ise o değildir, ne oldu ise odur- diye yazmış biri bir sözlükte, existentialism'i savunurken..

"her tür otoriteye karşı çıkar hiçbir gücün birey üzerinde baskı kurmaması gerektiğini savunur." ve, "doğru ahlâk'ın olmadığını, gerçekleştirilen bir davranışın diğeri yanında doğruluğunun değil tercih edilebilirliğinin söz konusu olduğunu da savunan görüş. bir açıdan bakıldığında anarşizme kaçtığı düşünülebilir." diye tanımlayanlar olmuş nihilism'i, başka birileri..

Nietzshe ise nihilisme "en üstün değerlerin değersizleşmesidir. Yabncılaşma vardır. bu yabancılaşma nihilizmin sonunda ortaya çıkar, insanların kendilerine karşı yabancılaşmaları durumudur. nihilizm dünyayı yadsır ve buna bağlı olarak bu dünyayı yadsıyan, cennet-cehennemi yüceleştiren her din veya düşünce nihilizmle benzerlik gösterir. sonuç olarak insanı yabancılaştırmaya itmektedir" diye bir kulp takmış.

Birileri de bir sözlükte söyle tanımlamış nihilismi: "klasik felsefe sistemini bütünü ile reddeden,yadsıyan;sade bir tutumla bütün toplumsal düzene;aile ,devlet ve din otoritesine karşı çıkan;yalnızca bilimsel doğrulara sahip çıkan,cehaletin bütün kötülüklerin anası olduğunu savunan;hayattaki hiçbirşeyi önemsememin değil,anlam yüklediğimiz o hayat kaidelerinin o anlamlara layık olmadığını anlatmaya çalışan düşünce biçimi.."

Bir başka sözlük yazarı şöyle anlatmış existentialism hakkında aklında kalanları: "modern insan, bir devlet hastanesinin doğum kliniğinde dünyaya geliyor, oradan yuvaya, yuvadan okula, sonra da ya bir fabrika ya da bir büroya geçiyor. modern insan artık kendi yaşamını sürdürmüyor. ölümü bile kendinin değil çoğu kez."

Bir başka sözlük yazarı da demiş ki: "Sartre her şeyi bilen bir insan değildi,ama bildiği çok iyi bir şey vardı o da varolmak ile yok olmanın somut ya da soyutla ilgisi olmadığı..çoğu insan için varolduğunu zannedicilik ten ibarettir aslında,başkalarının gölgesinde,onların birikimi,fikirleriyle,onların kurallarına göre yaşıyorsan var değilsin, ham bile değilsin,yoksun."

Siz anlayın benim hangi akıma bağlı olduğumu artık..
Eve yeni geldim. Biraz ders çalışayım dedim başım ağrıdı, bıraktım. Aslında gelirken serviste kafamı şişiren mühendis muhabbetlerinden sonra aklıma öyle bir şey geldi ki bu adam bir daha otobüslere binmesin dedirtir sizlere..

Başım aslında serviste ağrımıyordu. Yanımda oturan ve her hallerinden meslektaşlarım oldukları belli olan öğrencilerin muhabbeti bezdirdi beni. Ders-sınav-hoca muhabbetlerini dinlerken hayatın sanki biz vakit geçirelim diye planlanmış bir oyun olduğunu hissettim birden.. Okul-dersler-meslek-iş-evlenme-çocuk çoluğa karışma-sonra onların sorumluluğu derken belli bir vakit geçirme programı gibi geldi bana. Ve sanki toplumun ve ailenin öyle bir baskısı var ki üzerimizde, bunların biri veya birkaçını reddettiğimizde normal bir hayatımız olamayacakmış gibi.. Böyle bir dayatma gibi geldi hekesin yaşadığı.. ne bileyim öyle işte..

Yani, herkes aynı. Okul muhabbetleri, dersane muhabbetleri, kız/erkek muhabbetleri ve dedikoduları, iş muhabbetleri, aile meseleleri, çoluk çocuk sorumlulukları ve muhabbetleri..

Böyle bir ortamda mı yaşamak zorundayım yani? Anlayamıyorum ve reddediyorum ya!

Bir de facebookta bir gün ansızın "Doğuştan Sarhoşlar" diye bir grup kurmuştum. İçmeden sarhoş sarhoş, melül melül bakıp hayatı umursamamak hoştur. Kaçan kovalanır çünkü, hayatı umursamadığında o peişinden koşuverir. Şımartır seni. Öyle bir şey.

Bir de arkadaşımın kurduğu grup var. "Geceyi sevenler". Seviyorum o grubu. Seviyorum geceleri çünkü. Karanlığı daha doğrusu.. Küçükken çok korkardım karanlıktan ben,sanki aydınlıktaki hemen hayatımızdaki canavarlardan daha da korkunçları çıkacakmış gibi korkardım. Salaklık işte.

Geceleri seviyorum. Daha özgür hissettiğim için olabilir. Geceleri insanlar daha rahat. Ben de öyleyim. Hoşuma gidiyor gece, çok seviyorum. Geceleri yazıyorum mesela, herkes uyurken benim zihnim çalışıyor, daha bir yaratıcıyım. Yarın güne bomba gibi başlayacağım diyorum, nasıl bir kendine güven veriyor.. Ha, bir de çığlığın rengi olsa beyaz olurdu..

Neyse zihnim 3-4 parçaya ayrıldı şimdi, sonra gelip uğrayım bir ara bloguma..

29 Ekim 2008 Çarşamba

Uzuunn uzun zamanlardır dolaşmayı düşünüyorum.. Öyle şehir içinde veya şehirden şehire değil, bildiğiniz başka başka, türlü türlü memleketlere.. Geçtiğimiz ayda para biriktirmeye başladım. Ankara öyle soğuk, kuru ve bulut gölgeli ki bu aralar, kaçıp gitsem de nereye olursa olsun diyorum bazen. Para biriktirdiğimi anlatıyorum arkadaşlara, arada da yarı şaka yarı ciddi soruyorum, "gelir misiniz böyle bir geziye" diye.. Onlar da yarı şaka çoğu ciddi "yok ya, sana kolay gelsin" diyorlar. Ama umudumu kaybetmiyorum, elbet benim gibi birini bulur ve kandırırım diyorum..

Bazen eve geldiğimde yapacak hiçbir şey yokmuş gibi geliyor. Uyuyup uyandığım zaman "ben uyurken kimbilir insanlar ne kadar eğlenmiştir, neler yapmışlardır" diyorum. Gezmeyi çok istiyorum, sırf yeni yerler ve kültürler bik bik klasiği için değil, yeni insanlar -tercihen yabancı binbir milletten- tanıyıp diğerlerinin de kaderlerine ortak olmak için..

En erken önümüzdeki yaz yapabileceğimi belki de yapamayacağımı bile bile, gitmek istediğim yerleri ve gerekçelerini çıkarmıştım kendimce. Okumak hoşuma gidiyor ara ara.. Ben de burada paylaşayım istedim, kendimi iyi hissediyorum okudukça, gerçekleştirebileceğim küçük küçük hayaller gibi geliyorlar..

İlk başta İtalya olmalı. Dillerini de şehirlerini de seviyorum bu memleketin.Her şehrinin ayrı hikayesi var. Roma'nın gecelerini görmek istiyorum önce. Sonra Venedik var ya sular altında, ona bir uğramak istiyorum. Sonra da Toscana kırlarına uzanmak istiyorum. Nietzsche ve Einstein bir şey biliyordu ki orada bulunmaktan hep hoşnut kaldılar. Bir de Floransa var, oraya kesinlikle yalnız gitmek istemem.

Yunanistan'ı da görmek istiyorum. Belki de komşularımız arasında en gidilip görülecek ülke olmasından ve yakın olmasından. Bir Bulgaristan veya Romanya'ya gitmek istemezdim şahsen. Sokaklarında kendime İspanyol süsü verip gezip gözlem yapardım. İnsanları nasıl, bize benziyorlar mı, onların baklavası, rakısı ve dolması mı daha hoş bizimki mi diye karşılaştırma yapardım. Adalarına falan bir uğrardım ve biraz Yunanca öğrenip geri dönerdim.

Hollanda'yı da görmek isterdim ama nedenini bilmiyorum. Gerekten de.. Bir gün aklıma takıldı ve o gün bugündür gitmeyi istiyorum. Belki de Almanya'ya falan çok yakın olduğu içindir. Gün içinde atlarım bir hızlı trene Almanya'yı da görürüm. Bir gün Hllanda'da olup, ertesi güne başka bir şehirde uyamak güzel histir yahu..

Uzaklara gitmek istersem de Tayland, Amerika ve Küba olabilir.

Tayland'da Phuket'i isterim. Neden mi? Ne bileyim Lost'un bir bölümünde Jack oraya gitmişti.. Sahilde uçurtma uçuruyordu, her gün kanka olduğu bir veletten gazoz alıyordu. Sanki kimsenin beni bulamayacağı ve çok kolay düzenimi kurabileceğim bir yer gibi geliyor. Uzakdoğu mutfağını da yadırgamıyorum hatta hoşuma gidiyor..

Amerika'da Nevada eyaletindeki Las Vegas.. Çünkü Vegas'ta olan Vegas'ta kalır! İnsan dağıttı mı yerinde yapmalı bu işi bile.. Çok sarhoş olursam orada 5 dakika içinde evlenebilme gibi bir kolaylık da var. Ama ben normal halimle bile Las Vegas'ta evlenmeyi yadırgamazdım. Ailemden başka birilerine anne-baba demek kadar hazzetmeyeceğim başka bir şey de varsa yoğun-yorucu ve mantıksız olduğu kadar uzun evlilik törenleridir.

Küba? Farklı olduğu için. İnsanlarını neredeyse hiçbir şeyin rahatsız etmemesi ve her türlü imkansızlığa rağmen insanlarının hayatından memnun olduğu ve dünyaya bir şey katabildikleri için. Rahat insanları, rahat yaşamları ve açık sözlü insanları sevdiğimden belki de..

Arada eklerim yeni gözdelerim olursa.. Ne güzel ya, hayali bile heyecanlandırdı beni..

28 Ekim 2008 Salı

Dolmuş

2 hafta önce sabahın yedisinde okul servisinin durağına gitmek için dolmuşa bindim. Benimle birlikte 3-5 kız da vardı hemen hemen benim yaşlarımda. Önden bir sonraki sıraya oturdum ve zamanla dolmuşumuz doldu, oturacak yer kalmadı.

Birkaç durak sonra annemden biraz büyük gösteren iki kadın bindi. 50-55 yaşlarındaydılar. Ayakta kaldılar tabii.Sabah mahmurluğumdan kadınlardan birinin şu sözüyle kurtuldum:

-(yanındakine) evet, evet.. demek ki gençlerimizi iyi yetiştirememişiz!

Bu sözü duyduğum zaman hiçbir şey yapmadım.. Bir durak sonra binen onlardan daha genç bir hanıma o daha sormadan yerimi verdim. Ben inmeden hemen önce indi ve bu sefer verdiğim yere tekrar ben oturdum. Bu süre zrfında yüzümde pislik bir ifadeyle devamlı o homurdanan iki kadına baktım.

Hayatımda ilk kez bu durumu yaşadım. Genelde yaşlılara onlar sormadan yerimi teklif ederim. Genelde istemezler ama kurtuluşları olmaz, oturmalarını sağlarım..

Bu yaşlılara yer verme olayında bu mankafalı teyzeler sayesinde sırf onlara yer tutuculuk yapmıyorlar diye gençliğin ne terbiyesizliği kalıyor ne de ahlaksızlığı.. Bu çok küçük düşürücü bir durum. İstediği olmadı diye, annemden küçük 50lik bir kadın kalkıyor ve beni yetiştirenlere dil uzatıyor. 50 yaşında yahu, bu nedir? Burada amaç ihtiyacı olana yardım etmekse ben neden güne giden 50lik teyzelere yerimi vereyim?

aşk yakar.. tentrdiyot yakar..kolonya yakar..

Arko traş kolonyasının reklamındaki ana fikir,(hani var ya erkekler de yanar şarkısının değiştirilmiş versiyonu olan) davudi sesli bir arkadaşımız ikna edici olmaya çalışırken komik oluyor:

- yanıyorsak aşkımızdan!

Aşktan dolayı yanmak, traş sonrası kolonyasından yanmaktan daha mı hafif bir şey yahu?

Bir de yeni bir dizi var: "Aşk yakar" isminde.. "Tentürdiyot yakar" der gibi söylüyor Özcan Deniz dizinin fragmanında bunu.. Hakikaten o ne öyle?! Aşk yakarrr!.. "tentürdiyot yakar" gibi..

23 Ekim 2008 Perşembe

Yeni başlayanlar için dünyayla barışmak

Vazgeçmek
Geri çekilmek
Teslim olmak
Pişman olmak

Bu sabah 1.5 saatlik uykunun ardından aniden uyanınca yalpaladım biraz yürürken. Şöyle bir histi: Sanki uyandığıma vücudüm inanmamıştı ve zihnimin de umrunda değildi. Ağzımı, dilimi yaka yaka içtiğim kahvenin ardından kendimi yollara vurdum.

Sabahları dersim olduğu ve o dersten sonra dersimin kalmadığı günlerde eve döndüğümde hemen yatıyorum. Sabahları zihnim aynen sabah vaktindeki deniz gibi.. Dalgasız, temiz, birkaç saat sonraki insan kirlilğinden eser yok.. Ama eve dönndükten sonra tekrar yatıp uyanınca aklıma gelen her güzel düşünce, cümle ve masum his, yerini boşluğa bırakıyor. Bu yüzden geceleri yazmayı tercih ediyorum..

Dejavu oldum bir dakika!..

Hah, geri döndüm şimdi..

Bir kaç gün önce Contact filminden bir diyalog alıntısını vermiştim. Aslında bir bilimadamının diğer bir bilimadamına verdiği ince ayardı bu..

Hırslı olanı diğerine günah çıkarır gibi bu dünyanın ne yazık ki onun ideallerinden, umutlarından ve beklentilerinden çok farklı, deyim yerindeyse zalim, adi ve adaletsiz olduğundan bahsederken, diğeri de ona “..İlginç!” diyordu. “Ben de biz nasılsak dünyayı da öyle gördüğümüzü düşünürdüm hep.”

Çoğumuz bazen dünyayla küseriz idealize ettiğimiz gibi olmadığı için.. Sadece dünyayla değil, içindekilerle de sorunumuz olur. İnsanları çirkin, bayağı ve basit buluruz. Biz bu kadar “iyi” iken (veya belki de siyahla beyazın arasında gri olmayı bilemiyorken) nasıl kötülerle karşılaşırız? Hep böyle mi olacak? Yok yok bu genelde böyle olacak, devamlı bir hayalkırıklığı ve mutsuzluk sebebi haline geliyor insanlar ve kendim gibileri saklandıkları yerden –varsalar hala- çıkartmam da çok zor diyebiliriz.

Ben kendi adıma bunları bir zaman düşünmekten gocunmuyorum. Evet, düşündüm. Hyalkırıklıklarım, yediğim kazıklar, değer bilmez insanlar oldu. Hangimizin olmadı ki? Bu olaylar karşısında böyle bir umutsuzluk ve küslük yaşamak da pek ala normaldi benim için, veya sizin için..

Bir gerçek var ki, toplum olarak birbirimizi tanımaya vakit ayırmak istemiyoruz. Yorucu geliyor. Belki imkansız geldiğini düşünenler olduğu için hiç denemiyorlar bile..

Birbirimizi tanımak için çaba harcamamak benim için affedilemez bir davranış aslında. Bir tür şekilciliği beraberinde getiriyor. İnsanı metalaştırıyor ve hayalkırıklıklarını hızlandırıyır.

Bazen kaçıp gitmek istiyorum kendi ülkemden.. Dışarıda gördüğüm insanların hiç biri beni tanımıyor, ve hoşgörüsüzlüklerine tahammül edemiyorum. kendi ülkemde bunu yaşamaktansa hiç bilmediğim hatta dilini bile bilmediğim bir ülkemde bari böyle bir yabancılık çekeyim de en azından bu durum bana koymasın, normal karşılayayım diyorum.

Bazen kötü giden ilişkilerimi düşünüp neden kısa sürelik olduklarını düşünüyorum. Kuşkusuz içinde aşk olmadığı içindir. Sonra benim için ideal insanı adınahayaller kuruyorum. Kendi kafamda tasarlıyorum mesela.. Sesinden saçlarının uzunluğuna kadar, ne bileyim hayran olduğu film türlerine, okuduğu bölüme, çalıştığı işe kadar.. Kısa süre öncesine kadar bu durum beni bir an sonrasında umutsuzluğa sevkederdi. Böyle brini hiç bulamayacağıma dair düşünceler yüzünden. Ama artık hiç böyle hissetmiyorum. Olabileceğine kendimi inandırıp hazırlıyorum mesela..

Bazen yeteri kadar saygı görmediğimi düşünebiliyorum..

Bazen kendime acıyabiliyorum..

Bunun gibi, kendim neysem hayatı da içindekileri de öyle hayal ediyorum artık. Böyledir mutlaka, en azından böyle bir yer vardır diye düşünüyorum. Tüm maymun iştahlılığımla yabancı dillerden üç-beş kelime, ifade öğrenmeye çabalıyorum. Pasaportumun süresi doldu ve henüz yeniletmedim ama vizeyle alan ülkelere yolculuklar yapmayı düşünüyorum mesela.. Bunun için çabalıyorum.. Para biriktiriyorum ne kadar az olsa bile mesela..

Hiçkimseyi böyle pembe gözlüklerle hayata bakmaya teşvik edemem.. Ama en azından benim gibi başkalarının da böyle düşünebildiğini söyleyebilirim.. Nerde olduklarını bilmesem de yakında olduklarını bile bilmek şevk veriyor.

İnsanların benim hakkında ne düşündüklerini fazla umursamıyorum.. Ukala görebilirler beni, ne bileyim burnu havada görebilirler,aptal bile diyebilirler. İçimden geldiği gibi konuşuyorum, aptala aptal diyorum, başarısıza başarısız, yeteneksize yeteneksiz, yaratıcıya yaratıcı, güzele güzel, kötüye kötü.. Korkmuyorum ki, deli miyim acaba?

Bir insan sizi sizden dinlemeli, buna çaba gösterenlerle daha fazla birlikte olun en azından..

Yanlış anlaşılmaktan korkmayın.. Çabalamaktan da.. Korkarsanız, işte en baştaki döngü tekrarlanıyor:

Vazgeçmek
Geri çekilmek
Teslim olmak
Pişman olmak

Siz zeki insanlarsınız, beni anlamışsınızdır..

20 Ekim 2008 Pazartesi

David Drumlin: I know you must think this is all very unfair. Maybe that's an understatement. What you don't know is I agree. I wish the world was a place where fair was the bottom line, where the kind of idealism you showed at the hearing was rewarded, not taken advantage of. Unfortunately, we don't live in that world.

Ellie Arroway: Funny, I've always believed that the world is what we make of it.

The Contact

18 Ekim 2008 Cumartesi

Temel

Temel bir gün yolda yürürken muz kabuğuna basıp düşmüş. Düştüğü yerden kalkıp tekrar yürümeye başlamış. Yürümeye devam ederken önünde başka bir muz kabuğunu daha görünce ağlamaya başlamış: "Eyvah, gene düşecem!"

Hepimiz böyle mi olduk yoksa ben mi fazla abartıyorum?!..

6 Ekim 2008 Pazartesi

"İgrencligini gizlemedigi, sahteciligini acikca ortaya koydugu icin bu caddeyi cok severim. Hayatin surekli bir ikiyuzlulukten ba$ka bir $ey olmadigini soylemek ister gibidir bu cadde. Sanki her $eyin uzerinde sahte oldugu acikca yazar."

Orhan Pamuk- Sessiz Ev

İnsanlar ilginçtir. Uygulamak için can attıkları kararları koyarlarken, bunları bozacak şartları hemen oracıkta kendileri oluşturup bir nevi kendi kendine imha ederler hayallerini.. Yeni biri olmak için, hayatları adına yeni kararlar almak için, klasik tabirle “hayatlarının geri kalanı için ilk günlerini” yaşamaya başlamak için mutlaka başlangıçları seçerler. 1 ocak, Pazartesi, ayın başı, yeni bir okula veya işe başlangıç zamanı, yeni bir şehre göç etmenin ertesi günü gibi.. Farkında olmadan da başlangıç ideallerinin altını oyar bir şekilde bu durum.

İğreti mükkemmeliyetçilik anlayışlarıyla birlikte de yeni milatları hafta ortasında bozuldukça, farklı davranamadıklarını bir şekilde hissedince de aldıkalrı bu yeni kararı uygulayamadıklarına karar verirler ve yeni başlangıç için gelecek yeni treni(!) beklemek için sabırlı olamadıkları için de yepyeni pazartesileri veya 1 ocakları beklemekten vazgeçiverirler.

Buna ne gerek var ki (tabii eğer cesaretiniz varsa) “Başlıyorum artık” diyip başlangıcını törene dönüştürmek yerine “şimdi, hemen” demeli insan ve kendisini geliştirmesine ve mutlu olmasına engel olan huylarını veya davranışlarını da – başlangıç ritüeli tarzı dahil- imha etmelidir. Ben en azından böyle düşünüyorum..

Bugün nefret ettiğimi sandığım Bahçeli’deydim, bankaya gitmem gerekliydi çünkü.. Sebepsiz şekilde tiksindiğim bir yerdi Bahçeli. İstanbul’daki Bağdat Caddesi’ne benzer, andırır işte en azından. Önsözden de anlarsınız benim artık neden sevmeye başladığımı.. İstemeye istemeye Kfc’de bir şeyler yedim arkadaşımla. Ama farkına vardım ki ben yemeği yiyorum o beni değil.. O kalabalığın içinde kendimi bir şekilde kendime ait hissettim kısa bir süreliğine.. Özgür hissediyordum ve özgüvenim -sabahın erken saatleri olmasına karşın ve uykulu olmama rağmen- yüksek düzeydeydi. Sabahları pek sevmem ;ama orada sevdim.

Hayat budur; basit olmalıdır karmaşaya oranla eğer kestettiğimi anlayabiliyorsanız..

“Yemek gördün mü ye, dayak gördün mü kaç” pek de bayağı bir söylem değildir. Beni mutlu eden, seven ve değer veren her şeyin ve herkesin yanında onu şaşırtacak derecede bulunabilir kaderimi paylaşırım Allah ne verdiyse artık.. Ama bunu hissettirmeyen şeylerden kaçarım, kişilere de saygı duymam, yapmacık bile olsa sevgi göstermem.

Hayatınızda değişiklik istiyorsanız, o değişikliği bir baskın havasında, aniden yapmalısınız. Baskın basanındır ne de olsa..