20 Nisan 2007 Cuma

bahar

Çocukluğumu geçirdiğim evi çok iyi hatırlıyorum. Lojmanımızın arka balkonundan annemle-babamın işyeri; ön balkonundansa mart başından itibaren bahar görünürdü. Bir tren yolu ve önünde –en azından benim için- uçsuz bucaksız bir orman. Bahar geldiği zaman binlerce papatya ve gelincikle dolardı ki orası baharın geldiğini anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Bir de kaplumbağa gördük mü arkadaşlarımla neşemize diyecek olmazdı. Ağaçlara tırmanıp olmamış incirleri toplardık. Hortum borularını tüfeklere benzetip, tüf-tüf savaşları yapardık. Yün yeleklere yapışan yeşil başakları birbirimize uzaktan atar kaçardık. O zamanlar güneş içimizi de ısıtırdı, neşeli olmak için birçok nedenimiz vardı, sebepli-sebepsiz güldüğümüz anlarımız. Mutlulukla birlikte umut hüküm sürerdi. Ailelerimiz sorunlarını sezdirmezdi ki bize, hem anlayacak aşta değildik zaten biz hayatın yüklerini ve dertlerini. Sorumluluğun mermer soğuğunu. Hayal kırıklığını.

Sanki umudun hala hüküm sürdüğü ama hayal kırıklığının tuzla buz ettiği bir çağdayız artık… İlkbaharın geldiğini anlamak için epey bir çaba harcıyorum kendi adıma. Sonbahar bir türlü yakasını bırakmıyor buranın. Hala 6 yaşında olsam ağlardım “beni geri götürün” diye. Ama büyümek boğazındaki düğümleri istemeye istemeye yutmak, yutabilmek ve dayanılmaz olana dayanmak demekmiş.

Bugün son derste hatırladım bunları bir anda… Hem mutlu oldum hem de buruk. Aynı anda.

Hiç yorum yok: