30 Aralık 2006 Cumartesi

Rtük amcam, Sam amcam, köprüaltı cam cam






Rtük amcam, benim güzelim Nip/Tuck'ım hakkında geçmiş yıllarda cnbce'de böyle ipe sapa gelmez bir uyarı yazısı yollamış, bugün gördüm; Sam amcam ise aklı sıra kurban bayramıyla özdeşleştirerek tüm dünyayla "adam asmaca" oynamış bugün.(what a shameful ceremony) Değerleri değersizleştirdin, erdemleri yozlaştırdın bir de kanunları hiçe say, nolacak ki. Nasıl olsa sana dur diyecek kimse yok. Her şeyin meşru senin Sam amcam benim, gene kazandın dediğini yaptırdın. Gerçi Saddamı sen yetiştirdin, cebine parasını koydun, darbesini ayarladın; ama elinde patlayınca önce panik yaptın sonra ise işi iyi toparladın, ödülünü gördün, bravo sana...

3 sınavım bitti, kaldı 4 sınav. İçimden hiç çalışmak gelmiyor. Çalışmaya oturduğum anda ne kadar gerekli-gereksiz şey varsa beynime hücum halinde. "Hah, aklıma gelen şu dizeleri yazayım bi köşeye, lan acaba film çekimi ne zamandı tatile denk gelmesin, los angelestan kazım aslında kim, parayla saadet oluyor muydu google da aratayım da bilgisayarı açmaya bahanem olsun... " 8'ine kadar böle gider bu, ama bu sefer tatil yapabilcem galba, şölee adam gibi

Yarın bayram, yarın senenin son günü. Senenin son günüyse şöyle bir meşru hakkınız var: Bugün yapacağınız "kötü" şeyler 2006 da kalacağı için, hızlı ve kolay bir şekilde unutacaksınız; yani şeytana uymak için birebir bi gün olacak

29 Aralık 2006 Cuma

mutlu yıllar ve hayırlı bayramlar...




"The Prestige" gerçekten gidilip görülmesi, etkisinde kalınması gereken bir film, tavsiye ederek başlayayım önce... Kalktık gittik kaanla Migrosa(o hala benim için 3M'li bir Migros, ankamall deil) izleyelim dedik. Migros bir kalabalık gene, bir kalabalık.. Kızılayı hiç saymıyorum zaten. Millet "bayram alışverişini arefeye getirmeyelim, 2 gün önceden yapalım" demiş ve herkes bunu düşündüğünden olacak ortalık kaynıyor.

İzledik filmi, çıktık. Haliyle karnımız acıktı. Herşey o ana kadar yolunda giderken ve ben "nerde kaldı lan bizim aykırı olayımız" diye serzenişe hazırlanırken (aynı anda oturacak yer arıyorduk) şahin gibi atılmaya hazırlandığımız yaşlı teyzelerden oluşan güruhun masası boşaldı. Aynı anda hem biz hem de saftrik bi çift olay yerine geldi. Ama kaanla masaya daha yakın olmanın avantajını kullanarak oturduk. Sonra saftriklerin kız elemanı oturmak istedi. "Afedersiniz, ama önce biz geldik" dedim. Ama female saftrik "biz çok önceden bekliyorduk" diyince (dolmuş durağı mı bu aq, ayrıca bekleme sayacı gibi bir şey mi var ve en can alıcısı: siz yiyecek bişey almıcaksınız, o yüzden gidin güvenpark banklarında oturun )ben "napalım o zaman hepimiz oturacaz" dedim.

4 kişi oturduk. Ben yıldırma taktiklerine başladım. Yüksek sesle film kritiği yapıyoruz. Taktikler etkisini gösterdi ve çiftimiz kavga ederek yanımızda boşalan bi masaya geçtiler. Kavganın 2. ana sebebinin male saftriğin bizimle hiç tartışmaya girmemesi ve onu sözcüsü female saftriğin temsil etmek zorunda kalması olduğunu düşünüyorum (ulan insan hiç mi ses çıkarmaz)

Yemekten sonra kaan'ın milli piyango arayışları başladı ve orda gördüğümüz noel baba kostümlü elemandan 2 çeyrek almaya karar verdik. Ortak alacağımız için para denkleştirecez. Bi köşeye geçtik paraları hazırladık ama o da ne: noel baba yok...
Kaan gördü neyse ki o kalabalıkta ve biz de peşine düştük. Meğerse noel babanın çişi gelmiş, tam girecekken tuvalete, yakalayıp aldık biletleri.

Yeni yıl geliyor. Hem de bayram! Çoğunluk evinde tavuk(hindi deil yani hatta belki de kurban eti -kavurma da olabilir-)+iç pilav+kola ile yemeğe başlayacak. Ana haber bültenlerinde yeniyıla önce giren ülkelerdeki (avustralya ve yeni zelanda kesin çıkar) coşku ekranlara yansıyacak. 2006'nın panoraması yapılacak, neler damga vurdu falan. 2006 da ölen ünlülerin listesi sayılacak. Bazı haberlerde "yeni yıl + bayram, yemeği fazla kaçırmayın denicek, halkımıza yol gösterilecek". Sonra yeni yıl coşkusuna(!) türkücü popçu topçu tayfasının harika performanslarıyla devam edecekler. Küçükler saat 12 de verilmesi kararlaştıran hediyeleri bekleyecekler. En heyecanlı yanı da bu bana göre :) Okul da yok ertesi gün, hem de bayram...
Derken saatler 12 ye çoook çok yaklaşacak. Geri sayımlar başlayacak televizyonda. Banttan yayınlardan bir anda o "geri sayıma" geçiş başlayacak. Yeni yıl herkese (inanması güç) mutluk başarı-sağlık-getirsin denilecek. Hediyeleri -o çocuksu masum ve yerinde duramayan merakları ve heyecanlarıyla- bekleyen çocuklar, hediyelerini açacaklar. Oyuncaklara sevinip, kıyafetlere yüzlerini buruşturacaklar. Sabahtan aldıkları bayram harçlıklarıyla hediyelerini aynı yere toplayıp, ganimetlerine uzun uzun bakacaklar. Sabaha kadar uyumama hayalleri, 3 sularına doğru ağırlaşan gözkapaklarıyla son bulacak. Yatmaya yarı baygın şekilde giderlerken anneleri: "dişlerini fırçalamayı unutma, çok şeker yedin bugün" diyecekler ama fırçalarlarsa da fırçalamazlarsa da o kadar önemli olmayacak o günün hatrına...

Yeni yılda büyük ikramiye gene 4 e bölünecek. Şanslı talihlilerden en az birisi megakent İstanbul'dan çıkacak. Talihli önce 20 trilyon kazandık diye naralanacak ilk şoktan sonra da "hastir ya bizim bilet çeyrekti" diyecek. Onların yerine paralarını banka yetkilileri alacak, medya -en fazla- 2 hafta bu kişileri merak edecek, ettirecek.

Bayramın ilk günü aynı zamanda 31 aralık olduğundan eş dost ziyaretleri de ikinci güne sarkacak. Sohbetlerde aile büyükleri bunun hakkında espriler yapacak. Çocuklar hala dün aldıkları hediyelera bakıp bakıp duracaklar.

Yeniyıl pazartesinden başlıyor ya, bazıları yeni kararlar alıcak ve bu rastlantı onlara ilk 1 ay için güç verecek...

Ben ne mi yapacam yeni yılda? 3 parçaya bölündüm şu anda, o gün karar vericem şahsen. Ama öyle pek de atraksiyon yapacak havamda deilim. Belki sokakta yürürüm, belki yurtta mahsur kalan bikaç arkadaşa uğrarım belki dışarı çıkarım dier başka arkadaşlarla; belki de evde kalırım, sırf abim arar diye.

Bugün annemin zoruyla süslediğim çamı ne kadar özensizce ve iğreti bi şekilde süslediysem anneme o kadar da güzel göründü. Annemin gözlerindeki parıltıyı görüp ben utandım kendimden. Niye bu kadar heyecansızım diye. Çocukken herşey daha güzeldi. Bir gün önceden süslerdik evi abimle. Herşeyi organize ederdi abim. Çocukluğumda, Aydındaki evde ne çam ağacı vardı ne de dışarda bembeyaz karlar. Ona rağmen hiçbişeyin eksikliğini hissetmezdim ben. Hediyeler geldi mi, pasta olacak mı, yiyecekler ve rus salatası hazır mı, sadece ona bakardım. Mutluluğum hediyeler açıldıktan sonra tavan yapardı. Ama ertesi gün kendimi çok yalnız hissederdim.. Süsleri çıkarırlarken üzülürdüm. Bir önceki günle artesi gün arasındaki fark beni şaşırtırdı... Hem de çok. Anlardım sonra: diğer günlerin aslında hiç bir farkı olmayacak.

Şimdi çam ağacı da var, kar da. Ama ben büyüdüm; ama her sene mutlaka beraber kutladığımız insanların bazıları uzakta -bazıları bir daha geri dönemeyecek kadar uzakta-; ama her şey artık daha zor; ama duygularım artık yıprandı; ama ruhum biraz kirlendi; ama inancım ucundan alev aldı; ama heyecanımın fitilini ateşleyen yok...

"Ama"; yeni yılda kendimden beklentilerim var tabii. Verilmiş sözlerim, yenmem gereken korkularım ve itiraf etmem gereken şeylerim var bazı insanlara. Kendime güvenim de var. Herşeyin olması gerektiği şekilde olması dileğiyle...

27 Aralık 2006 Çarşamba

BİLKENTTE HAYATTA KALMANIN YOLLARI - VOLUME 1

Evettt, Bilkentte hayatta kalmanın yolları ve okulun ilke ve raconları başlıklı yazı dizimize (devamını kafam ne zaman isterse o zaman yazarım) hoşgeldiniz. Peki diyeceksiniz “sen kimsin be , otorite misin bu konularda?” Evet otoriteyim ve önümüzdeki dönem Bilkente katkılarımdan ve tanıtımına faydalarımdan dolayı bana kampus içinde öldürme yetkisi bile verilmesi düşünülüyor.

Bu ilk kısımda final döneminizde olduğunuz için size benden ders çalışma/sınav taktikleri ile ilgili bazı öneriler gelecek. Ama burada belirtmek isterim ki, bu taktikler bölümden bölüme değişebilir, ben de bi mühendis adayı olduğumdan size bazı konular epey uçuk gelebilir. Şimdi ilk olarak bölümlere bi göz gezdirelim: Mühendisliğe geldiyseniz zaten Allahınızdan bulmuşunuzdur o yüzden ilk senede her şeyi öğrendiniz öğrendiniz. Sıkıntı tabii çekeceksiniz ve katlandığınız sıkıntılar ile uykusuz gecelerin size hep iyi notlar ve huzur getireceğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Eğer fizik, genetik, matematik gibi bölümlerde çile dolduruyorsanız, keza öyle bu durum. “Ulan” diyeceksiniz hiç mi iyi bölüm yok; var ama onlara ancak uzaktan bakabilirsiniz. Mesela işletme ve uluslar arası ilişkiler benim favori bölümümdür ve hem dersleri -kendinizi verirseniz, adam gibi düzenli çalışırsanız- sizi zorlamaz hem de içindeki öğrenci populasyonu adam gibi adamdır. En azından içleri neyse dışları da odur ve hayatı iyi yaşarlar…

Okula geldim, önce tırstım sonra alıştım (1.5 ay)… Bu evreyi atlattıktan sonra hemen dersleri yoğunluğu sizi dürtüverir. Çoğu bölümün demirbaş dersleri vardır. Bunlar calculus(isme bak), İngilizce (eng 101), Türkçe, ve tarihtir. Bi de sanki her mühendis doğuştan edebiyatçıdır sanılığından “cci”. Oryantasyonu saymıyorum, ondan A alamadıysanız, 12 yi toplayamadıysanız, gidin kendinizi denize atın (ben 15 aldıydım).

İngilizce’den başlarsak; hazırlıktan gelenlerin alışkın olduğu ama benim gibi Cope’u bi gazla geçip, bölümüne kıçtan dalanlar için alienproject gibi gelen essaylerle tanışıverirsiniz. Size bi fotokopimsi reader verirler, okurlar ve okuturlar sonra da en baba konuyu verip 3 kere essay yazdırırlar. Bi de thesis’inize bakarlar, olmamış bu derler, devamlı çiziktirirler. Benim önerim, essayleri önce Türkçe yazıp sonra bunu İngilizce’ye çevirmeniz/çevirttirmenizdir. Bir de balınıza güzel bi thesis bulduysanız, conclusion a kadar onla bağdaştırmanızdır her şeyi… Derste dut yemiş bülbül gibi oturursanız, bazı hocalar size takar, o yüzden hoca konuşurken devamlı sözünü kesin ve konuyla alakalı veya alakasız devamlı konuşun. Laf lafı açar zaten. Sunumlarda da bu ilkeyi benimseyin, iyi hazırlanmak her şeyi ezberlemek değildir önemli olan, doğaçlama konuşabilme ve tartışabilme yeteneğidir. Mesela bana ilk dönem hoca önce Avrupa Birliği’ni eleştir demişti, 1 hafta buna hazırlandıktan ve sunumdan 5 dakika sonra: “şimdi de ondan yana tavır al da görelim ” demişti. Diyorum işte, doğaçlama yapacaksınız ve her şeye hazırlıklı olacaksınız. “Essaylerim kötü ama finalde çok çalışırım nası olsa konuyu da önceden vericekler” diye düşünürseniz, gülerim size. Çünkü o finalde ne olacağı belli olmuyor hiç. Okuyan hocaya göre değişen bi şey. Loto gibi… Hoca tercihiniz John clarkson olsa çok iyi olacaktır, dünya görüşünüz değişir

Calculus sanki herkese farzmış gibi verilir. Dersi derste öğrenecem diye kasmayın, son bir hafta hep yeter (de artar bile) Tabii mühendis olana yetmez çünkü mühendis insanının öyle tek derse bir hafta çalışmak gibi lüksü yoktur. Onun müfredatını ve sınav takvimini öyle hazırlarlar ki 1 hafta içinde her şey olur biter ve arada hep quiz, ödev, proje, sunum, demolar olur. Dersi son bi haftada kasıp yaparsınız ama deftere de ihtiyacınız olacaktır. Bunun için çözüm basit: En ön sıradaki cefakar arkadaşlarınız. Bir de kitap tabii. Ama siz defteri bulamamış ve derslere girmeyip sadece kitaptan bakıyorsanız; ilk midterm iyi bişey gelebilir, hatta ikinci midtermden curve bile alabilirsiniz ama final patlar. Parçalarınızı işletme fakültesi-rektörlük ve meteksan civarlarından toplarlar. İmkanınız varsa calculusu yosum kurtulmaz, azer kerimov veya güneş davenporttan alın.

Türkçe ve tarih, hocasına göre cennet veya cehennem kapılarını açar size. Yaşar kaynak(süper), ali turan görgü gibi hocalar istediğinizi verecektir. Tarih için imkanınız varsa Mehmet saray’ı seçin; final sorularını verir, midterm yapmaz yerine ermeni sorunuyla ilgili 5 sayfalık yazı ister (ulan 2 dönem de aynı konu verilir mi). Ama paraya kıyacaksınız zira bu hoca kitaplarını satar size. (ama çok cüzidir fiyatlar, kelepir gider) Bi de bu hocanın bi kusuru vardır: A vermez, A- verir…

Çalıştınız çabaladınız veya yurtta ftp takıldınız, evde daha güzel meşgaleler buldunuz. 7. caddede kız kestiniz durdunuz veya Tunalıda piyasa yaptınız. Bazen de benim gibi ne zaman reale veya Karum’a giderseniz gidin Ayten Gökçer’i gördünüz(lan hep görüorm sanki ünlü olan benmişim gibi o bana dik dik bakıo). Ama sınavlar geldi çattı. Finaller ve midtermler arası fark 2. sınıftan sonra kalktığı için; ben genel olarak midterm rules yazacam:

1- Bcc deki sınavlarda en arkaya oturmayın, en arkadan bi öndeki sıra grubunu gözünüze kestirin

- En arkadaki arkadaşlaarrr, lütfen öndeki yerleri doldurur musunuz…

2- İnsan arkadaşlarını seçebiliyor ama asistanını seçemiyor. Bu kanayan bir yara… Sınavda soru sorabilirsiniz bazılarına; ama (adam gibi) cevap alabilmeniz mümkün müdür bilemem.
- Hocam şu şu şu diyor, ben anlayamadım nasıl olacak?
+ Ben bilemem, bana teknik konularda soru sorma

- Hocam(sanki hepsi asistan da, ulan bazısı daha ug onların) şunu anlayamadım
+ Ben bilmem (beyim bilir) Hocanız gelsin ona sor

3- Sınavdan hemen önce “ulan şunu unuttum, tekrar yapayım, ezberleyivereim, sıraya yazaım” demeyin. Yoksa sınavda sadece en son çalıştığınız o kısımları hatırlarsınız, Bu da çok komik oluyor gerçekten. Bu durumda alacağınız maksimum not 25 olur.

4- “Ulan 1 saat kalmış çalışamadım şu kısma, yarım saatte ne değişcek” demeyin. Çok şey değişiyor. Bulun iyi güvendiğiniz bi arkadaşınızı sorun, anlatsın. Siz kader ortağısınız. Anlatmamazlık yapmaz. Eğer böyle yapan benciller olursa(ki her bölümde böyle aymazlar olabilir) dedikodu çıkartın: “Lan olum bu adam çok bencil sorduk sölemedi; it, hatta curve ü yükseltti, yurt odasında kitle imha silahları var, kimya labından arakladığı uranyumları zenginleştirio ” deyin. İntikamınız güneydoğu mutfağı gibi acı olsun… Oh olsun, bencilliğe yer yok bu okulda.

5- Finalleri yediniz, umduğunuz gibi gitmesse her şey, hocanın yanına gidin. Şansınızı deneyin. Ama not istemeye de yüzünüz olsun. Not istemeye değil sadece final kağıdına bakmak için odaya girip, boş kağıda haybeden eklenen 16 puan ve akabinde yükselen bir not sadece benim gibi şanslı adamlara nasip olur. Yüzünüz olsun dedim, şimdi gidip de hocaya ilk döneminiz bile olsa “hocam dismizz olcam” demeyin. Çocuk mu kandırıonuz, araştırırlar.

Hepinize finallerde başarılar diliyorum, ben batmışım nasıl olsa; bari gençlerin önünü açayım

25 Aralık 2006 Pazartesi

Tecavüz kaçınılmazsa...

Saat 01.00 itibariyle eve yeni ayak bastım. Ama bugün ilk finalime (ınternational relationsss) girmenin getirdiği heyecan vardı yani... Bu dönem belki de en fazla kastığım ve beni en fazla uğraştıran ders o oldu. Artık nası şartlandırmışsam kendimi, sınav başladığı anda (paltoyu bile çıkarmadan) sorulara giriştim. 1 saat boyunca aynı pozisyonu korudum (sanki değiştirince büyüsü bozulcaktı aq) İş inada binince on Hıncal Uluç gücündeyim, dier dersleri bi kenara bırakıp, uluslararası politikaya kıçtan daldım bi anda. Ama bu kadar zevk aldığımı hatırlamıyorum başka dersten... Bilemiyorum yani

Finaller başladı ve okul eş zamanlı beynime ve duygularıma tecavüz etmeye başladı. Mühendisler olarak final haftasında insanlıktan çıktığımız da pekala gerçek. Sadece sınav da değil, proje ödevlerin sunum, demoları, vb vb... IR dan çıktığımız anda projenin ikinci demosu (ki gece 22 30 daydı ve geç gelmemin ultimate sebebidir, alem yapmadık yani) için canhıraş çalışmaya başladık. Ama gerçekten değdi. Sonra hocanın ayağına Tubitak'a gittik. Sunum biraz geyik biraz "aferin gelişirmişssiniz kendinizi" sonra da günü ölümsüzleştiren fotolar(elime geçince gösterriimm)

Şimdi mi? yarına geyik var, biraz bakıp yatmam lazım ve çarşamba prob!! Çarşambaya kadar böle bu işler. Ama çarşamba gecesi "bilkentte hayatta kalma teknikleri" yazı dizime başlarım heralde. Biraz da merak edin...

23 Aralık 2006 Cumartesi

Serzenişte bulunmak

Cumartesi için aslında çok güzel planlar yapmak… 9 da erkenden kalkmak. Apar topar saat 10 daki proje demosuna yetişmek. “En fazla 2 saat sonra serbestim” diyerek, içinden sevinmek. Ama olmamak… 3 aydır üzerinde çalışılan projenin piç edildiğini görmek. Apar topar arkadaşlarla okulun yolunu tutmak. 12 den 7 ye kadar çalışmak. Yorulmak. Eve gidince daha da çalışacağını düşünüp demoralize olmak. Lanet etmek. Ama elinden bir şey gelmemek. “Yeter artık bu kadar kendini yıprattığın demek” ama “bir kere verdiği sözü unutamamak”. 21 50 servisiyle tunusa gelmek. Ordan kendini eve götürecek son dolmuşu beklemek. Dışarının soğuğunun iliklerine işlediğini, 3 günlük sakalına sindiğini fark etmek… Düzensizliğine küfür etmek. “Artık değişmeli bu” diye söylenmek. Çok uzaklardakileri düşünmek, aylardır görmediklerini özlemek. Yapamayacağını düşündüğü tatilin planlarını yapmaya çalışmak. Dolmuşa binmek. 1 kişi uzatmak. Ayakta kalmak. Sinirlenmek, belli edememekten korkmak. Gözleri dolmak. Müsait bir yerde inmek. Kapıyı açmak eve girmek. 2 aydır beklediği, en sevdiği yemeğin yapıldığını ama artık buzdolabına kaldırıldığını görmek. Ağlamak… Çok ağlamak. Kendi kendine söz vermek: Önceliklerini yeniden belirlemek.

21 Aralık 2006 Perşembe

Babalar




Hemen adama küfürü basmayın diye üste şebek bi fotoğrafını koydum. Orhan Pamuk'un aldığı Nobel ödülü konusunda ne düşündüğünüzü bilemem. Kimi Türklere sövdü de aldı diyor kimi hakkıyla kazandı diyor. Ben de açıkçası ilk başlarda bu adama pek de ısınamadım.(kızı dışında tabii-yiğidi öldür hakkını ver-, tam bir edebiyatçı kızı kendisi: şiir gibi) Ama ödül törenindeki konuşmasının tam metnini okuyunca hele hele de konuşma yaparken heyecanını ve tavırlarını görünce etkilenmedim desem yeridir. Konuşma yaparken ara ara takılan, sesi titreyen, hatta heyecandan bi ara ellerini konuşma yaptığı kralların ve komitenin önünde pantalonunun cebine sokan bir adam... İyi yazarların çok kötü birer konuşmacı olmasının canlı örneği :P Ben ise nobel komitesi haklı mı haksız mı veya adayları ve kazananı nasıl belirliyor dan öte
( ki aha alın size beter bi örnek = http://nobelprize.org/nomination/peace/nomination.php?action=show&showid=2609 )

Pamuk'un yaptığı "Babamın Bavulu" adlı konuşmasının üzerinde durmak istiyorum. Yazar olmak isteyenlere çok sıcak öğütler var bence ve tavsiyem biryerden bulup mutlaka tam metni okumanız. Beni etkileyenler ise:

"...Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne. Bu adam, ya da bu kadın, daktilo kullanabilir, bilgisayarın kolaylıklarından yararlanabilir, ya da benim gibi otuz yıl boyunca dolmakalemle kağıt üzerine, elle yazabilir. Yazdıkça kahve, çay, sigara içebilir. Bazen masasından kalkıp pencereden dışarıya, sokakta oynayan çocuklara, talihliyse ağaçlara ve bir manzaraya, ya da karanlık bir duvara bakabilir. Şiir, oyun ya da benim gibi roman yazabilir. Bütün bu farklılıklar asıl faaliyetten, masaya oturup sabırla kendi içine dönmekten sonra gelir. Yazı yazmak, bu içe dönük bakışı kelimelere geçirmek, insanın kendisinin içinden geçerek yeni bir alemi sabırla, inatla ve mutlulukla araştırmasıdır. Ben boş sayfaya yavaş yavaş yeni kelimeler ekleyerek masamda oturdukça günler, aylar, yıllar geçtikçe, kendime yeni bir alem kurduğumu, kendi içimdeki bir başka insanı, tıpkı bir köprüyü ya da bir kubbeyi taş taş kuran biri gibi ortaya çıkardığımı hissederdim. Biz yazarların taşları kelimelerdir. Onları elleyerek, birbirleriyle ilişkilerini hissederek, bazen uzaktan bakıp seyrederek, bazen parmaklarımızla ve kalemimizin ucuyla sanki onları okşayarak ve ağırlıklarını tartarak kelimeleri yerleştire yerleştire, yıllarca inatla, sabırla ve umutla yeni dünyalar kurarız."

"...bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir. Kimine hiç gelmeyen, kimine de pek sık uğrayan ilham meleği bu güveni ve iyimserliği sever ve yazarın kendini en yalnız hissettiği, çabalarının, hayallerinin ve yazdıklarının değerinden en çok şüpheye düştüğü anda, yani hikâyesinin yalnızca kendi hikâyesi olduğunu sandığı zamanda, ona içinden çıktığı dünya ile kurmak istediği alemi birleştiren hikâyeleri, resimleri, hayalleri sanki sunuverir. Bütün hayatımı verdiğim yazarlık işinde benim için en sarsıcı duygu, beni aşırı mutlu eden kimi cümleleri, hayalleri, sayfaları kendimin değil bir başka gücün bulup bana cömertçe sunduğunu zannetmem olmuştur. "

"...Babam bazen kütüphanesinin önündeki divana uzanır, elindeki kitabı ya da dergiyi bırakır ve uzun uzun düşüncelere, hayallere dalardı. Yüzünde şakalaşmalar, takılmalar ve küçük çekişmelerle sürüp giden aile hayatı sırasında gördüğümden bambaşka bir ifade, içe dönük bir bakış belirirdi, bundan özellikle çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda babamın huzursuz olduğunu anlar, endişelenirdim. Şimdi yıllar sonra bu huzursuzluğun insanı yazar yapan temel dürtülerden biri olduğunu biliyorum. Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. "

"Ama kendimizi kapattığımız odada sanıldığı kadar da yalnız değilizdir. Bize önce başkalarının sözü, başkalarının hikâyeleri, başkalarının kitapları, yani gelenek dediğimiz şey eşlik eder. Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum... "

"...Kitaplarıyla bir odaya kapanan ve önce kendi içinde bir yolculuğa çıkan yazar, orada yıllar içinde iyi edebiyatın vazgeçilmez kuralını da keşfedecektir: Kendi hikâyemizden başkalarının hikâyeleri gibi ve başkalarının hikâyelerinden kendi hikâyemizmiş gibi bahsedebilme hüneridir edebiyat. Bunu yapabilmek için yola başkalarının hikâyelerinden ve kitaplarından çıkarız. "

"...O zaman her zamanki takıntılı, öfkeli sesimle kendi kendime "mutluluk nedir?" diye soruyordum. Tek başına bir odada derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır mutluluk? Yoksa cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak rahat bir hayat yaşamak mı? Herkesle uyum içinde yaşar gibi gözükürken, bir yandan da kimsenin görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak mutluluk mudur aslında, mutsuzluk mu? ... "

" Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık. Bu bilginin keşfi ve onun geliştirilip paylaşılması okura çok tanıdığı bir dünyada hayret ederek gezinmenin zevklerini verir. Bu zevkleri, bildiğimiz şeylerin bütün gerçekliğiyle yazıya dökülmesindeki hünerden de alırız elbette. Bir odaya kapanıp yıllarca hünerini geliştiren, bir alem kurmaya çalışan yazar işe kendi gizli yaralarından başlarken bilerek ya da bilmeden insanoğluna derin bir güven de göstermiş olur. Başkalarının da bu yaraların bir benzerini taşıdığına, bu yüzden anlaşılacağına, insanların birbirlerine benzediğine duyulan bu güveni hep taşıdım... "

" Bu işe hayatını vermiş bütün yazarlar şu gerçeği bilir: masaya oturup yazma nedenlerimizle, yıllarca umutla yaza yaza kurduğumuz dünya, sonunda apayrı yerlere yerleşir. Kederle ya da öfkeyle oturduğumuz masadan o kederin ve öfkenin ötesinde bambaşka bir aleme ulaşırız. "

"... yazarlara en çok sorulan, en çok sevilen soru şudur: neden yazıyorsunuz? İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum... " "...Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum... " "...Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum. "

...Bütün bunlar bize yazmanın ve edebiyatın, hayatımızın merkezindeki bir eksiklik ile, mutluluk ve suçluluk duygularıyla derinden bağlı olduğunu hatırlatmalı.


-------------

İşte böyle. Babamın bavulu'nu okuduktan sonra aklıma şöyle bir şey geldi(bi şimşek çaktı, evet evet çaktı). Yani hiç dikkat ettiniz mi bilmiyorum. Tarihe bir şekilde damgasını vurmuş her erkek, çizgi romanlardaki süper kahramanlardan seri katillere; büyük devrimcilerden manyak diktatörlere(onlar bi de kadınlardan çekti); ışıldayıp duran büyük filozoflardan iz bırakan bazı bilimadamlarına kadar çoğu, geçmişinde ya babasıyla iyi anlaşamamış, ya ondan aşırı etkilenmiş ya da onların yokluğuyla çok erken yaşta tanışmış olanlar. Belki de bu nedenlerden birinden dolayı tam bir erkek olma fırsatını yakaladıkları için. Hırs, açgözlülük, fedakarlık, dayanıklılık, asalet veya aklıma gelmeyen ve insanı sivrilten başka hangi değerler varsa... Kim bilir?

20 Aralık 2006 Çarşamba

Diyoouusunnn

WE ARE OUR DESIRES*

Bugün neredeyse 1 haftadır gördüğüm rüyayı yine gördüm. Bu sefer "ulan bu nası şey, korkmaya başladım artık" diyeceğime biraz psikanalistliğimi(!) konuşturayım dedim. Rüya nası bişey, şöyle bişey: Babamla arabada yolculuk ediorz, yolculuk esnasında uçsuzz bucaksız bir uçurumun kenarından geçerken( korkuluk falan yok, büyük ihmal :P ) sola kırıp babam yola devam edecekken, ben devamlı sağa kır(da uçurumdan aşağı yuvarlanalım)diyorum. O her seferinde normal bi şekilde yola devam ediyor ama ben acayip bir stres yaşıyorum. Ortam da evlere şenlik: Güneşin batma anı; bulutlar koyu turuncu, yolda başka hiçbir araba yok...

Kendimce anlamını buldum rüyanın (ailenizin korsan psikanalisti olarak): O yol babamla benim ilişkimizi simgeliyor,uçurum anlaşmazlık kavga falan; normal güzergah da benim ilkokulda babamla sürdürdüğüm örnek baba-oğul ilişkisi... Sanırım babam ne kadar normal bir ilişki isterse istesin dayatan benim olmaması için ve huzursuzluk çıkarmak istiyorum uçuruma yuvarlayarak arabayı. (bu alegoriyi tuttum, tamamen kendi yaratıcı bilinçaltımın ürünü)

Valla sır kapısı tadında oldu biliyorum ama gerçek. Önlem almak lazım, bir daha görmek istemiyorum aynı rüyayı.

*Sigmund freud...

TIKKY OLUNMAZ, TIKKY DOĞULUR

Yemekten sonra baktım ne göreyim: mutfakta boy boy ayvalar. Eh yeriz artık, finallerden önce son bir alıştırma, sonra nasıl olsa...

Verilmiş sözlerim 2. döneme kadar sarktı. 2 senaryo + bir tane Shakespeare sunumu. Hadi bakalım kolay gelsin. Zaten 2 hafta tatilim var bari bir haftasını kullanabileyim. Finaller de başlıyor... 25 aralık-8 ocak. Hele 8 ocaktaki tam manasıyla bir final. Şimdi IR çalışmaya niyetlenmek niyetindeyim... Ama nedense içimden çalışmak gelmiyor. Ama olsun içimden bu şehirden kendimi kurtarmak gelirken canım Bilkent'ten hiç mi hiç ayrılmak istemiyor. Seviyorum ben okulumu bea çevremi de seviyorum, hatta tikky'leri bile çok samimi buluyorum artık. Kararımı verdim(tamamen okuldan etkilenilmiş bir karar bu, akıl sağlığım da yerinde). Kızım olursa bi tikky ismi koyup, gerekirse özel mi özel hocalar tutup onu kültürlü bir tikky haline getirecem. Hummersa hummer, cipse cip. İçinde kaybolsun farketmez, alıcam kızıma. Yaşadığı bütün duygularına ortak olucam, sevinecekse, üzülecekse, oha falan olacaksa onunla olacam, beraber kal gelicek bize. Hayattaki yıldızları sadece converse pabuçlarda aramasını sağlayacam. Kış soğuğunda dışarlarda sersefil olmasın diye eve solaryum odası alıcam. Herşeyi son moda olmassa hayata küser, en pahalı şeyleri alacam. Saçlarını kanarya sarısı yapması için baskı kuracam. Ve bilkentte okutacam, kararım kesindir... İşte bu kadar fedakar bi baba olucam ben!

19 Aralık 2006 Salı

Şiirim geldi yine

Yazarımız, yıllık izninin bir bölümünü kullandığından(yersen) arşivinden daha önce yazdığı o anda çok beğendiği hatta abuk bir şekilde senaryolaştırıp filmini çekmeyi bile düşündüğü bir şiirini(senaryo-oyun, ne bileyim hepsinin kokteyli olmuştu) sizlerle paylaşmak istemektedir. Napayım kardeşim seviyoruz işte şiir yazmayı...





Erkek: (içinden…)

Karşıma çıkan en büyük şanssın
Kararsız kaldım, belki sonum belki başlangıcımsın
Ama belki gerçek belki de yalansın
Bakışlarını hissetmeme kalbim lütfen biraz daha dayansın


**************************************************

Erkek:

Günahsa seni sevmek
O günah bu gece dudaklarımda kaldı.
Kımıldayamamaksa seni sevmek
Bütün vücudumu bu felç sardı.

Kız:

Konuşma böyle; şimdi sakince yat, uyu
Mühürleniyor gözlerim gözlerine usul usul; ama korkulu
Ayrılıyoruz bu gecelik; ama lütfen rüyanda da gör beni
Beni bu gece uyutmayacak aşkın, yakışıklı serseri.

Erkek:

Sökemezler artık içimdeki sevgini
Çok mu titremeliyim üstüne tüketmemek için ilgini?
Keşke yüzlerce kere yaşasam o masum, sevimli halini
İnan bana, lütfen inan; çünkü… Seviyorum seni

Kız:

Neden kuşkuya kapıldın böyle apansız?
Kendinden çok inanmalısın, seni bu sevgilin hep bekliyor
Seninle baş başa kalınca savunmasız kalan yüreği tekliyor
Düşünecek hiçbir şey kalmasa bile, hep seni düşlüyor.

Erkek:

Neden büyütüyorum seni bu kadar gözümde
Cesaret, biraz cesaret; kötülük yok inan sana aşkımın özünde
Ama korkuyorum, ya aşkımız kan kaybederse herkesin gözü önünde
Ya bir gün biterse sevgimiz bu alevin közünde

Kız:

Korkmana gerek yok
Çünkü sevgimizin ömrü çok
Hadi ayrılalım artık, gece bastırdı iyice
Anlıyorum seni, zaman duruyor gibi sanki sevince


Ayrılacakları anda:

Kız: Sarıl bana lütfen, en kıymetli giysidir çünkü sevgilinin kolları onu sarınca

Sarılırlar ve ayrılırlar…


Erkek: (Kızdan ayrılır, geceye doğru yürürken)

Neden bu kadar kısa sürüyor sanki iki gece arası?
Günler ne kısa; ama aylar inadına ne uzun
Unutamıyorum, keşke bu gece de rüyama girse gözlerinin karası
Bu fotoğrafla avunayım, çaresizim; nasıl harikaydı bu pozun.




Erkek: Gece yarısı yatağından uyanır…

Olmuyor, onu görmedikçe uyku da tutmuyor
Bu anların kıymeti ne yazık ki onsuz yaşanmıyor
Hiçbir şey beni, onu görememekten fazla sarsmıyor
Onsuz geçen gecelerde rüyalarım bile uslanmıyor.

Kız: Gece yarısı –belki de aynı anda- yatağından uyanır

Bu saatte, onu düşlememdir beni uyandıran
Onun gözlerinin karasıdır uykumu kandıran
Sabır, sabır; ama bir türlü daha sabah olmadı
Onu görmek için benim de fazla sabrım kalmadı

Erkek:

Onsuzluk yine tak etti canıma,
Bir an önce gitmeliyim yanına

Kızı arar…

Uyandırdıysam affet beni
Uykumdan uyandım, çünkü göremedim bir saat daha seni
Vaktin var mı beni biraz daha sevmeye
İstekli misin tam da gün ışırken her zamanki yere gelmeye?

Kız:

Uyumuyordum, uyuyamıyordum zaten ben de sensizlikten
Çıldıracak gibiydim sensiz yaşadığım sessizlikten
İyi ki aradın…
Tabii gelirim, sorduğun kabahat
Seninle o yere gelmek en büyük sadakat.

Erkek beklemektedir, Kız sonunda gelir…

Kız:

Çok bekletmedim seni bu soğukta umarım
Ama inan hiç şaşırtmadı beni bu ani kararın
Seni rüyamda yine gördüm, kararımın sebebidir bu sanrım
Sensiz uzun saatleri yaşatmasın artık bana Tanrım

Erkek:

Sensiz yaşamayacaksam hatadır bu hayat
Sensiz zihnimin her köşesi pek yavan, pek bayat
Günü yine beraber karşıladık; ne güzel
Aslında seninle başladığım her gün çok özel

Kız konuşmaya çalışır…

Erkek:

Sus konuşma… İzin ver biraz daha bakayım sana
Çok tehlikeli gözlerin, onlarla öldürebilirsin beni, inan buna
İzin ver bundan sonra son sözleri ben söyleyeyim
Artık sana izin yok, bundan böyle ben yaşayacağım sendeki acıları
Ama söz ver; bundan böyle sadece birlikte yaşayacağız mutlulukları

Kız:

Lütfen, lütfen artık beni gözünde bu kadar büyütme
Bak yine yaptın, yine derin baktın; bunu hep yapıp kalbimi öğütme
Biliyorum, anlıyorum, şaşırmıyorum; ben de çok istiyorum
Kelimelere aslında artık gerek yok; inan seni çok seviyorum

Erkek:

Okuduğum meleklerin sanki vücut bulmuş halisin
Biliyorum, ilk karşılaştığımızda da sordum, sen bir melek misin?
Seni kaybetmeyeceğim hiç değil mi, hep unuttursan da sonuçta sen de bir fanisin
Beni bir korkumdan kurtar; sana yetemesem de beni yine sever misin?

Kız:

Neden bu korku?
Nereden çıktı bu kuşku?
Soruları unut artık
Kuşkularını da göm
Beni düşün sadece; çünkü bu sana en kötü anlarında gerekebilir
Zaten ikimizin aşkının olduğu yerde daha önemli ne olabilir?

Madem sordun
Merak ettin
Telaş ettin

Bu sefer son sözü ben söyleyeceğim
Sen ölmeden ben de ölmeyeceğim.

18 Aralık 2006 Pazartesi

Special thanks to...

Son IR(international relations) quizi de bugün oldu. Dün 4 saat mı ne bakmıştım. Gerek yokmuş gene aklıma ilk gelenleri yazdım. Konu: International political economy! Valla zayıftım bu konuda biraz ne yalan söyleyeyim. Ama iyi metafor(pardon analogy) yaptım. Soru "neden ekonomiyle politika birlikte değer kazanmaya başlamış ve ilişkilenmiştir" gibi bişeydi. Yazdım yazdım baktım olmucak saçmalıyorum bi ara şöyle bağladım: ...because finance is like a gun and politics is when to pull the trigger. (bkz. godfather part 3) Diliyorum ki hoca Godfather seyretmemiş olsun ve plagiarism yemeyelim...

Maili alınca şok oldum dün. Stanford Shaw cuma günü vefat etmiş! Yaa nasıl olur bu daha geçen hafta adamın tercümanlığını yapmıştım o kadar iyi niyetli bi adamdı ki. Karşısındaki dernek yöneticilerini kırmamak mutlaka konferansa katılmak için çabalıordu. Ama Ermeni Soykırımı ile ilgili kaygılarının (fazla soru almak istemiyorum, ona yoğunlaşamam diyordu) sebebini yeni öğrendim: Meğer Amerika'dayken hocalık yaptığı o üniversitede soykırım yok dediği için kadim dost(!)Ermenilerin saldırısına uğramış zamanında az daha öldürülüyormuş ve söylemeye gerek yok; ne yazık ki zamanın hükümeti asla yardım etmemiş ona... Birer birer ayrılıyor Yabancı arenada Türk dostları, biz de onları desteklemeyelim, kendi kendimize "olmadı soykırım" diye bağırıp çağıralım. Biz biliyoruz kardeşim olmadığını böle bişeyin, sen devlet olarak dünyaya açıkla bunu kendi kendine propaganda yapmanın kime ne yararı var.



Bu dönem özellikle teşekkür etmek istediğim insanlar kuruluşlar falan var ve ben yazdan beri tatil yapamadığım için yaz okul+staj+bu dönemi tek bir dönem olarak alma amacındayım(Oscar konuşması tadında):

Special thanks to...

- Markus Schaal: yaz okulundaki c++ hocam, olanca tiz sesine rağmen(placebo'yu düşünün) yaz sıcağında o berbat dersten beni ite ite geçirdiği için

-Kaan&Anıl: Yaz okulu - staj arasındaki 10 günlük arada, bir türlü gidilecek yeri seçemememiz ve aldığım uçak biletinin elimde patlamasına katkılarından dolayı(ocakta bitecek süresi laannn)

-Adam Bilgisayar: O Allahın sıcağında, her gün 9 da işe gelmek ve ilk gördüğüm pc'yi kapıp orada çöreklenmeme birşey demeyip, bana -öğrenmek istemememe rağmen- donanım bilgileri veren Volkan abiye, hatta bazı lüzumlu(!) telefonlar vermeyi teklif eden daha da yardımsever Cihan abiye, bana raporda en yüksek notları vermiş olan FIRAT abiye ve aşağıdaki geyiklerle beni şenlendiren sekreter mehtap abla, muhasebeci selim abi ve erkan abiye:

Selim abi, Volkan ve Cihan abi ve ben öğle yemeğindeyiz:

S: Lan gelirken bi bomba gördüm, nası giyinmiş gel de beni takip et diyo..
Ben: Allah allah, çok mu açıktı, nası oluo o ya?
S: Ya işte böle Berkin, böle kadınlar da var..
C: Ya selim abi sen de, ne bilion kadınlar hakkında sanki karın var...
S: Sana ne lan, karım yoksa dostum var

Kolayı döktüm, sonra ben temizledim
*************************************
Boş oturduğumu gören Selim abi:

S: Berkin sana çok önemli bi görev vericem
ben: her zaman hazırım
S: Bi carte dor al, ama %33 daha fazla olandan bi de SOĞUK gazoz

alınır gazozla dondurma; ama gazoz soğuk gelmez, beklentileri karşılamaz..

S: yaa berkin soğuk dedik gazozu sıcak almışın
Erkan abi: Ne kızıon çocuğa, dondurmayı soğuk almış işte
********************

Fax çekerken önümde "Turkcelle bağlan hayataa, hayataa bağlan Türkcellee" şarkısını söyleyen sekreter mehtap ablayla ben:

ben: yaa mehtap abla bu işler çok zor ben asla mezun olunca dört duvar arasında çalışamam, sabah 9 akşam 6; hayat mı buu?
M: Ben 17 yaşımdan beri çalışıorm, hayat acımasız (duraklar) soğuk ve zalim...
ben: evett hatta haksız ve hain de mi
***************************************

- Bu dönemi zorlaştırmak için elinden geleni yapan cs camiasına
- Bana öğrenci deil de insan muamelesi yapan IR camiası ve sevgili insan Tore Fougner'a ayrıca yabancıların gerçekten de ne kadar dost canlısı olduğunu gösteren Manuela'ya (exchange)
- Büyük emeklerle hazırlanmış ve oldukça profesyonel sayılacak biçimde işleyen heyecanını hiç kaybetmeyen öğrencilerden oluşan Bilkent Öğrenci dergisi "Koza" ekibi ve emeği geçenlere
- Düzenlediği film gösterimleri ve gecelerle bu dönem yine bize beklediğimizden fazlasını vermeyi başarmış olan Sinema Topluluğu'na
- Saygıdeğer ve iyinin iyisi übermensch Almanca hocam, Sema Aydın'a
- Umudumu kaybettiğimi sandığım anlarda her zaman yanımda olmayı başaran abime
- Her gün kavga etsek de beni hep seven babama
- benimle ana-oğul beraber konuşma/dertleşme uktesini bir türlü dolduramayan ama bunun için söz verdiğim anneme
- İçinde samimiyetsizliği görüp uzaklaştığım insanlara; haksızlık yaptığıma inandığım, sebepsiz uzaklaştığım ama yine de beni görünce gülümseyebilen samimi bazı insanlara

- ve, Nip Tuck 3. sezona... Her bölümüyle ve izledikçe bundan böyle başıma ne gelirse gelsin "gerçekten çok saçma" "zor" "garip bi durum" demememi sağlayacak olan yapıta. Kendimi ve bazı değerlerimi sorgulamama ve yeniden tanımlamama zemin hazırlayan öykülerine. Sean McNamara'ya, Christian Troy'a, Carver'a.

Anladım ki kesinlikle bir "Christian" değilim, ama yaşadıklarımdan sonra artık "Sean" olmamı da beklemesin hiç kimse...

17 Aralık 2006 Pazar

Yeni telefon, yeni hayat?

Sonunda yeni bir cep almayı başardım. Haklı gururumu arkadaşlarla paylaştım hepsi beğendi hatta birisi dedi ki "eh abi artık bununla kendi filmini bile çekersin"

"Yeni bir telefon yeni bir hayat" felsefesine nerden kapıldım? Herşey bir anda oldu açıkçası. Telefona numaraları kaydederken yıllardır rehberimde boşu boşuna yer kaplayan numaraları niye silmediğimi sordum kendime. Yani neydi onları hala rehberde tutan? Vefa mı, benim melankolilerim mi, "belki ararlar hiç olmassa bir sefer daha" düşüncelerim mi, iyi niyetim mi, hatıralara ve geçmişe körü körüne bağlılığım mı, bencilliğim mi hala anlayamıyorum.

Epey bir temizlik ve düzenleme yaptım rehberde. Hayatıma yeni katılan insanları ve ailemi ilk başa aldım. Sonra en iyi arkadaşları/dostları ekledim. En sonunda da kararsız kaldığım eski fellas'ları ekledim. Malum; hafızası daha iyi bu telefonun son kararları verene kadar yer işgal edebilirler... Mesajlar en zor kısımlardan biriydi bu arada. Ben kolay olanı seçtim: Hepsini sildim. Uzun uzadıya düşünmekten bir alışkanlık doğuyor çünkü

Oooo bu telefonun on parmağında on marifet (tıpkı ben :P ) radyosu varrr, mp3 dinliosunn, 2 mp kamerası varrr (kararlıyım çekicem bir kısa film onla) fotoğraf çekiyoo,ses kaydedio, nete girio, msn e bağlanıo, çorba bile yapar heralde... Hayatıma katılan son güzellik oldu (çok mu materyalist olduk) Yeni olana karşı ilgi bu yaw düpedüz; geçer heralde. Biz değil miyiz yeni aldığı pabuçlarla yatan, kullandığı şeyle işi bitince hemen muhafazasına koyan (bayatlar sonraa) yeni bir ortamda kimseyi tanımazken en yapmacık tavrımızla olanca nezaketimizi ve 32 dişimizi harman eden, çıktığımız kişiye ilk zamanlarda gökten inmişcesine hayranlık besleyen ve abartılı sevgi gösterilerinde bulunan, sonra o tutkuyu monoton bir alışkanlığa dönüştüren, değerleri değersizleştirip ilişkileri yozlaştırıp samimiyeti süpüren, gerçek samimiyete ve iyi niyete artık(!) inanmayıp bunu gösterenlere şüpheyle "oynuyo la bu" diyen ve sonra da "ah azizim dünyada iyiler kalmamış", "insanlık ölmüş", "kötülük hamile kalmış" vb, vb zırvalarıyla kendi öldürdüklerine ağıt yakanlar? Biziz yaa, hadi kabullenelim artık.

Bu telefona gözüm gibi bakıcam, hatta nüfusuma geçirecem. Her mesaj geldiğinde aynı heyecanı duyacam. Ayarlarını çok iyi yapacam. Bir de kılıf alıcam ki, dışardaki kirden, tozdan, pastan koruyayım onu. Yeninin verdiği çocukça heyecan işte

http://www.youtube.com/watch?v=G25HUO6KFNY

16 Aralık 2006 Cumartesi

düşen düşler, kontrolden çıkmış hayatımla birlikte...

Pardon! Bugünkü yazım Shakespeare vari olmalıydı aslında ve biraz da şiirsel olacaktı sözüm ona... Son bir haftadır gerçekten de hayatımın kendi kontrolümden çıktığını düşünüyorum. Düşünce kotamı tüketmişim ve duygularımı biryerlere saklamışım gibi geliyor. Verimli hiçbir şey yapamadım(en azından ben böyle düşünüyorum) Son bir haftam derslere girmek-ödev/proje yapmak-blog yazmaktan ibaret. Eve geldiğim saatler gecenin bilmem kaçı vb,vb...

Bitti... Kesin bitti. Zaten 5. kere de barışılmazdı. Karşılıklı güvensizliğe dayalı ilişkiler kısa sürermiş bunu anladım. Seni seviyorum'un içi gün be gün nasıl boşaltılıp günlük bi ritüele dönüşüyormuş onu da anladım. Bir haftasonu yeter mi unutmaya? Daha önceden hazırlığını yaptıysan yeter. Zaten 4 kere tatbikatını yapmıştık, hazırlıklıyız...

Bütün bunların bir yaz gecesi rüyasıyla ne alakası var? Bekleyin biraz ne yapayım yani... Konudan konuya atlamak hoşuma gidiyor bugün, hem belki biraz kafam dağılır.

Sabah yeni bir telefon almanın heyecanı vardı içimde... Sonra bbyk yönetim kurulu toplantısı vardı. Yine bir haftasonu yine okuldayım ama bu sefer tanıdığım bildiğim insanların bulunduğu bir ortam. Bu, bir insana her zaman huzur verir. Toplantıdan çıkınca Kaan'la Casino Royal hayallerimiz tekrardan suya düştü, Migros'ta gösterimden kalkmış kendileri... Ben de sırf Dolby reklamını görebilmek için Kaan'ın neyine güvenerek ısrar ettiğini anlamadığım Dünyayı kurtaran adamın oğlu'na gittim. Bu filme gitmeyin diyeyim, sz anlarsınız zaten. Sonra eve döndüm. Kafamda bitirdiğim bazı şeyleri (officially) bitirmek için. Bir haftasonu yeter belki, pazartesi sabahı uyanırım ve ...

"Bir yaz gecesi rüyası" mitoloji ağırlıklı ve pembe dizi tadında bir oyun. Oyunda kavuşanlar, kavuşamayanlar, ironik aşklar, komik birliktelikler, başkasını sevip evden kaçan gelinler, onları kovalayan damatlar, oyun içinde oyunlar, hepsi ve tekmili birden var. Bir de -reklama da ilham veren -orman perisi Titania ve yapılan bir büyünün etkisiyle kafası eşşek kafasına dönüşen Nick Bottom var. Titania da yapılan bir büyünün -yanlış hatırlamıyorsam- etkisiyle uykusundan uyandığında gördüğü ilk kişiye aşık olacak. Gördüğü de eşşek kafalı Nick Bottom oluyor tabii ki... Eşşek kafalı Nick Bottom...

Bir yaz gecesi başlayan aşklara ilham veren güzel bir oyun, ama kış soğuğunda neden bittiklerini hatırlatacak kadar da üzücü...

love is such a sweet sorrow,
i shall say goodbye till it be to-morrow
"shakespeare"

15 Aralık 2006 Cuma

Who's getting lyrical out there...

Shakespeare'in Bir yaz gecesi rüyası'nın levis reklamına uyarlanmış hali üstteki. Diyorum ki bir uyarlama bu kadar mı etkili olur, bu kadar mı yaratıcı olur. Oyunun gerçek hikayesi mi? O da yarın...

14 Aralık 2006 Perşembe

Family Man...

Ben kesinlikle planlı ve düzenli biri değilim. Olmak isteyip, çaba göstermeme rağmen olamıyorum da. Aslında belki böylesi daha iyi. Hayatı doğaçlama yaşamaya da alışmak lazım...

Nerden çıktı bu şimdi? söyleyeyim. Bugün dönem içinde ilk kez ders çıkışı hiçbir yerde takılmayıp, doğrudan eve gitmek konusunda kararlıydım. Neden gidecektim? Annem sevdiğim yemeği yapacaktı, bu kadar basitti. Yapmam gereken de 5'te falan evde olmaktı. IR son derse kadar da yapacağımdan emindim. Taa ki Kaan arayana kadar...

Casino royal'e gidecez güya 2 haftadır. Ödevler,projeler, benim toplantılar, başka şeyler vb,vb derken erteleyip duruyoduk. E hadi gidelim diyerek çıktık yola. Ama önce uğrayalım da Ankuva'ya bişeyler yiyelim dedik. Demez olaydık ya...

Whopperları yutarken annemin benim için yemek yaptığı aklımdan çıkmıştı tabii. En sonunda da, bize en erken seansın 7 olduğunu öğrenince, ettik küfürleri geri dönücez eve...

Yılbaşı geliyo ya, Kaan bilet alıcak. 50 milyonluk aldı ve bu ilk seferi.

Büyük ikramiye 20 trilyon. Her sene aynı hikaye. Yine sokak röportajları başladı.Kazanırsanız naparsınız? Şimdi baştan söleyim o röportajlarda çıkanlara: Siz o röportajlara çıktınız ve şansınızı baştan kaybettiniz abi. İstatistiklere göre büyük ikramiyeyi o röportajlara katılanlar kazanamıyor. Bi de "ihtiyacı olana çıksın" polemiği var. Ulan hangi insan acilen 20 trilyona ihtiyaç duyar ve kazandığında, "zaten ihtiyacım vardı, zamanlaması da iyi oldu" deme yüzsüzlüğünü gösterir. Nasıl bir tesellidir bu. Dürüst konuşayım; bana çıksın istemem çünkü o parada milyonların ahı var.

Eve geldim (tabii ki yemek yiyecek halim yok) Gazeteye bakayım da gündemden eksik kalmayayım bari dedim:

Thy de Rj uçaklardan kurtulan yönetim deve kesmiş apronda(kanını da uçaklara sürseydin bari) haber ayyuka çıkınca da 13 koyun kesecektik bu daha ucuza geldi demiş Uçak bakım Başkanı.

Öğrencisiyle arabada basılan öğretmenler var İngiltere'den. Kadın mahkemede "trafik çok sıkışık olduğundan tam manasıyla birlikte olamadık" demiş. Hah tamam, hafifletici sebep o zaten. Göç etmeyi unutan bi leylek haberi var. Bingöllüler bunun cevabını arıyorlarmış. Lahmacun beyinli bi türkücümüzün cellist sevgilisi Aktüel'e kapak olmuş. Türkücü kızmış, "özel hayatım bana aittir" diye nara atıyor... "özel hayatım kimseyi ilgilendirmez, insan hakları yani" diye de ekliyor.

Bir de fedakar eş haberi var. Eşine 700 milyarlık Bentley, 24 milyarlık çanta almış. Okurken gözlerim yaşardı, çıkarılacak çok ders var sözlerinden, kulak verelim:

-O çantayı yurtdışından da alabilirdim. Ama arkadaşımız lüks bir mağaza açmış. Ondan alışveriş yapılır, bu gelenektir, Bizde jest yaptık.

- Almanya'da Porshe koleksiyonum var ama kimsenin umrunda değil. Karımı seven hediye alan biriyim. Kimse yapmadığı için kıskanıyorlar...

-Ben alışveriş yapmasam, o yapmasa kim buradan alışveriş yapacak? İnsanlar nasıl ekmeğini kazanacak, Ekonomiye de katkı!

İnsan ne ister hayattan? iyi bir iş(sevdiği işi yapmak burda kastettiğim), güzel bir eş, bol para... İlkini ıskaladım da diğer ikisi bazen çok uzak bazen de çok yakın geliyor bana. Kendimi bazen aile babası olarak hayal ediyorum: Evlenmişim, bebeklerim var(ikizler tercihimdir) ve ben eşimle geceleri onları izliyorum. Simsiyah saçları terden ıslanmış uyurlarken, sessizce dururlarken ara sıra sesli nefes alışları, yatakta dönmeye çalışmaları... Ben eşime bakıyorum, o da bana. Gülümsüyoruz birbirimize. Dayanamıyorum kucağıma alıyorum birini. "Hep seninle olacağım, seni asla yalnız bırakmam" diye fısıldıyorum... Çocuğum olursa çok şımartırım sanırım onları... Şundan da eminim artık: Aile masumiyetin son kalesi.

Ama hemen sonra böyle bir sorumluluk almak için çok emek vermek gerektiğini anlıyorum. Çok zor. Hem daha önünde yaşanmamış çok şey var diyorum kendi kendime. Yaptığımız bazı seçimler ömür boyu peşimizi bırakmayacak, işte bu yüzden çok korkuyor ve tereddüt ediyorum.

Galiba en kolayı hayata giriş ve çıkış. En zoru ve önemlisi de ilerlemek hayat boyunca...

13 Aralık 2006 Çarşamba

Youtube

Bugün derse girmekle girmemek arasında pek bi fark göremediğimden, girmemeye karar vermiştim taaa dünden. 12 saat uyudum. Son zamanlarda hiç bu kadar dinlendiğimi hatırlamıyorum. Ama akşamüstü tekrar okula doğru yola koyuldum. Aslında çok hoştu... Herkes 17 30 da okuldan çıkıp biryerlere kaçmanın telaşındayken ben bir telaşla okula gidiyordum. Telaşımız bbyk yazarlar toplantısı. Ama tatlı bir telaş tabii. Toplantı 1 saat sürdü ama ben "ulan 1 saat için onca yolu çektim okula geldim" havasında değilim. Aksine öyle bir huzur vardı ki içimde 15 dakika da sürseydi toplantı benim için farketmezdi. Dün Ozan'ın konseri gerçekten çok güzeldi. İçime dolan huzur da belki bunun içindi. 1.5 saat de olsa tüm dertlerden, sıkıntıdan, telaş ve yorgunluktan uzaklaşmak... Ozan kendi şarkılarının yanında Güneş(Davenport) hocanın da bir şiirini bestelemiş. Her ne kadar David(Davenport) dan hiç hoşlanmasam da eşi sanatın ve sanatçının dostu kıvamında bi insan.. Ozan'ın da başarılarının devamını diliyorum buradan :)

Soğuk soğuk soğuk... Hava çok soğuk bu gün de.. Ama youtube den gülecek birşeyler çıkarmak gayesindeydim.. Buldum da. Canlı yayınlar:

http://www.youtube.com/watch?v=Tqi2iaFLMGE&NR

http://www.youtube.com/watch?v=o5IdH6vOJG8&mode=related&search=

Bir de belirtmeden geçemiycem: Youtube'de dolanan Mizah Klubü'nün videosu berbat ötesi bir şey. Yani gülmek için çok kastım ama olmuyor. Kamera görünce doğaçlama yeteneklerini harika(!) sergilemişler. Link vermiyorum çünkü gerek duymuyorum. Merak eden hemen bulur gerçi de, izlemek sabır gerektiriyor. Bu da bir anektoddur... Hayır asimptot diil anektod...

12 Aralık 2006 Salı

Salı

Ve o iyi insan, o yağız atına binip gitti. Ayrılırken ufaklığın kalbine akıttığı gözyaşlarının ılıklığı, o buz gibi memlekette kalbini ısıtacaktı. O ufaklık, bunun gerçekten böyle olacağını bilse, inanın her gün akıtırdı gözyaşlarını geceleri. Sarılıp hiç bırakmamak istedi ayrılırken, gözyaşlarından bitkin düşmeseydi yapardı da…

Bugün gözlerindeki ışık sönmüştü sanki. Kulakları da kelimelere küsmüştü. Bugün gördüğü her şey bulanık; duyduğu her şey de sadece uğultuydu. Hiç olmadık anlarda, ortada sebep bile yokken gözlerinin yaşarmasına alışması lazımdı önündeki aylarda artık. Korkuyordu ama alışması lazımdı. Alışmaktan nefret ediyordu oysa; belirsizliklerden de…

Taban tabana zıt iki karakter ancak bu kadar uyumlu olabilirdi. Bağlılığı kıskandıracak bir bağlılık vardı aralarında. Hoş, O istemese ailesi ufaklığı yapmayacaktı bile. O istemese ufaklık burada bile okuyamayacaktı. Harçlığını bile o verirdi. Onunla her şey güzeldi ve daha anlamlı.
Şimdi ufaklık, kendinden nefret ediyordu. Biliyordu bu çok saçmaydı ama… Ufaklığın her şeyi vardı. İstediği bir şeyi elde etmesi için küçükken ağlaması şimdi ise biraz somurtup bağırıp çağırması yeterdi. Ama “O” öyle değildi. Ufaklığın aksine, zorlukları hep o yaşadı. Sıfırdan, destek görmeden geldi o yerlere. Ufaklık şımartıldıkça şımartılırken, “O” kıskanacağına, ufaklığına hep sahip çıktı. En güzelini istedi onun için, ortalamasını değil. Paylaşmayı bilmeyen küçük çocuğa paylaşmayı öğretti. Hem de çok güzel öğretti. “Ben”’i değil “biz”’i öğretti. Çocuk ondan sonra aklından çıkarmadı. İlkleri “O” yaşattı. Mutluluğun monotonluğunu ikisi yaşadılar hep… Başka kimseye ihtiyaçları yoktu ondan sonra, dışarıdaki kirden izole edilmiş ailelerinde. Sıcacıktı evin içi hep kahkahalarıyla

Gizli gizli harçlıklarından her gün ufaklığa o pahalı kinderleri getirirdi. Yakalandığında azarı ufaklık değil, “O” yerdi. Gizli gizli evin içinde top oynarlardı. Yakalandıklarında azarı yine “O” yerdi. Bir yaz günü limandaki tekneye çıkıp korkudan inemeyince, yardımına yine “O” koştu. Ufaklık için denize düştü. Ufaklık onun varlığına o kadar muhtaçtı ki ve alışmıştı ki, ondan ayrılmak çok koyuyordu şimdi, bu ayrılığı kısaltmak için her şeyini verebileceğini hissetti. Daha dün beraber, sarılıp uyumuşlardı yaşlarına aldırmadan. Şimdi babası bile yanındaydı ufaklığın ama o niye piç gibi ortada kaldığını hissediyordu peki? Şimdi sıcacık evindeydi yine ufaklık, ama ya “O” oralarda ne yapıyordu? “O”nsuz yapacağı her şey yarımdı. Bu 6 ay içinden gülmek gelmiyordu, içinden sinemaya gitmek gelmiyordu, içinden müzik dinlemek gelmiyordu. İçinden gelen tek şey, uyuyup aylar sonra uyanmaktı bu aralar…

Hasret çekmek zor bir şeydi… Yine gözleri bulutlanırken tek umduğu gözyaşlarının ılıklığının “O” nun içini biraz olsun ısıtabilmesiydi; gözyaşlarının yüzünü yakan tuzu ise pekala ufaklığa kalabilirdi….

10 Aralık 2006 Pazar

Pazarrr, dertlerim azarrr!

Pazar gününü kendime ayırma planlarım suya düştü, saat bir gibi proje grubumdan gelen telefonla uyandım. Hemen görev aşkıyla okulun yolunu tutayım dedim. Ama eve geri dönmem 7 yi bulunca artık pazardan geriye pek de bişey kalmıyordu hani...

Bugün aslında pek de bişey karalamak istemiyorum... Sinirle traş olurken kendimi biçmem dışında pek de kayda değer bişey olmadı. Yarın beni görenler meyve bıçağıyla traş olduğumu falan düşünecekler, ama olsun. Favorilerimden akan kanı görünce aklıma Kaygısızlar'ın kült esprilerinden biri geldi, paylaşayım da neşelenin veya "ayy hiçç komik diilll" diyin :)

http://www.youtube.com/watch?v=QEMt0Md6g-s

Ağlanacak halime tebessüm ederken, o kurbanlık koçu görünce(serbest çağrışım mı, evet) ekşide koç burcuna bakayım dedim bi... Demez olaydımm: koç burcu/koç burcu erkeğindeki tüm entrylerin silinmesi için dava açıciyymm! Çok ciddiyim... Deşifre olmak hiç hoş diil çünkü :) Okuduğum her entry, her yorum... bravo size çok ii gözlemcisiniz gençler diyor ama yine de bazı entry lerde acımasızlık ve abartı sezdiğimi söylemeden de geçemiyorum. Ben de itusozluk de cupid mahlasıyla(!) çiziktirmemden beri barışmaya başladım ekşicilerle. Ama bir seferinde ekşideki dallamanın birinin Carl Sagan hakkında yazdıklarını okuyunca kan beynime sıçramıştı. O zaman aklıma şöyle bi soru geldi: Tamam ii hoş; bazılarınız harika yazıyor, bilgilendiriyor(humanities1 deki başarımın kaynağı), geyiğin hasını yapıyor ama bazılarınız da pek hırbo canım. Ayrıca bazı -ciddi- konularda senin topluma karşı ahlaki sorumluluğun ne (veya var mı) ki bilip bilmeden premature düşüncenle yazıyorsun? Hayatını ekşiye odaklayanlar da var belli ki(öss 2006 sonrası online şahidiyim bunun) Bunları saymassak ekşi benim için bazen güvenilir ve samimi bi kaynak, bazen geyiğin hası; ama korkarım bazen de çok tepkimi çeken sorumsuzlukların kaynağı...

Astrolojiyle ilgileniyorum... Ama bu gazete eklerindeki yorumlar falan deil tabii ki. Yani düşünsenize, yeryüzündeki milyonlarca koç burcuna aynı günde "hiç beklemediği bir kişiden destek gelmeyecek" veya her terazi burcu için "gerilimsiz ve rahat bir gün" olmayacak. Ama beni etkileyen şu: yıldızlar, gezegenler, zartlar, zurtların(doğumdaki) konumlarının kişilikleri etkilediği konusunda çok güçlü bir kanı uyandı bende artık. Neysem, ne kadar belirgin özelliğim(kendimin de kabul ettiği, iyi veya kötü) varsa incelediğim her koç karakteristiğinde mevcut ve bu epeyce korkutucu aslında(en ii anlaştığım burçlar aslan ve yaymış çünkü onlar da ateşşş grubuymuş :p). Hani bazıları okur bunları etkilenir ve o karakterlere bürünmeye çalışır veya ne biliim uğurlu rengi, hoşlandığı müziği falan burcuna göre belirler. Öyle diil, kendini okumak gibi bişey benimkisi ve şaşırıp tırsmak birden. Mistik mi? Yoo, o kadar da değil ama ilginç.

Ne diyeyim, zodyaklar kovalasın beni...

9 Aralık 2006 Cumartesi

Happy Saturday


-Bu 3. sınıf sana hiççç yaramadııı!

-Sosyal hayattan uzak kaldım Celocanım

-Ortamlara akkk, ii gelirrr..

- Yaa 2 ders arası ortam mı olur?

-Olurr, olurr


Canım celocan dövmek istiyor gerçekten. Telefon olur olmadık yerde çekmemeye başladı. Konuşmak için balkona çıkıyorum evde, rektörlükte zaten çekmiyo, binanın 15 metre dışında anca... Ama pl faciası ve bayramdan beri süren sınav komasından sonraki ilk huzurlu hafta sonum bu belki de. Tadını çıkarayım mı? Hayır, yine bi iş çıktı okula gidecem. Ama o kadar da sıkıcı bi iş deeeldi kendisi: el emeği göz nurumuz, uzatmalı sevgilimiz, bilkentin gözbebeği olacak bbyk ve bilkent bünyesinden çıkacak dergimiz Koza'mız için yazdığım bir yazının kontrolünü arkadaşla yaptık. Hem kontrol ettik hem de sohbet etme fırsatı bulduk. Anladım ki okuldan, aynılıktan ve bayağılıklardan bunalan bi ben değilmişim. Bir de bu salı(12 aralık oluor kendisi) bbyk ve arkadaşın düzenleyeceği bir mini konser var, beklerim herkesi... Bu arada üstteki resim Bilkent most wanted listesi deil, 1. sayı kadrosu.

Nip Tuck da iice artık işin shitini çıkarmış desem yeridir gerçekten. 4. sezonda cinsel tercih bunalımları mı ararsın, sapık jr mı ararsın, organ mafyası ve dibi tutmuş escobar gallardo mu ararsın, hepsi var. Bi bölüm zaten hayvanlı pornoya döndü, diğer birinde christian'ın pornosu youtube'e düştü(valla) Ve kadroya çaycı hüseyin dahil oldu, olmakla da kalmadı.....

Julia ayrılacakmış diziden, gitsin cehenneme kadar yolu var diorm. İsterik karı. Sana hayatını adamış kocan iyinin iyisi mükemmel adam örnek baba, yarı tanrı, role model sean dururken sen napıosun ya! Yani adamın tek suçu iyi mi olmak diorm başka bişey demiorm. ANCAAAKK, 4. sezon 8. bölüm bana george michael-jesus to a child sürprizini yaptı ya, helal olsun. O ameliyat sahnesi ve eşzamanlı flashbackler enfesti! 4-11 miydi artık 4.12 miydi bilmiorm, her zaman sean’dan duymaya alıştığım "it's gonna be ok" i escobar'dan duymam ayrı bi hoşluktu.
Bir şeye dikkat ettim de Nip Tuck'ın tüm sezonlarının 8. bölümleri Simpsons'ın cadılar bayramı bölümleri gibi sanırım özel hazırlanıyor ve beni can evimden vuruyor. Onlardan akılda kalanlar:

1.sezon 8. bölüm: (tüm nip tuck daki favori bölümüm)
Christan: It's time to make a confession father (o vurgusu harika)

2. sezon 8. bölüm:
agatha: What are you doing here?sean: i want to learn how to pray.agatha: but you're not a believer.sean: All of the things I believed in were lies.I need to put my faithin things I dismissed, things I doubted.I need to believe in something.agatha: dont you get it?there is nothing to believe in anymore...
3. sezon 8. bölüm
christian ın anası: you are my son, but i can’t be your mother(ve ardından christian'ın camdan mutlu aileye bakması)

4. sezon 8. bölüm
son 3 dakikası..
Bir de liz in ayarcılığına değinmeden geçmem tabii: Christian a laf soktuğu o gün dediği "sen hala çocuksun; güzel olan herşeyi istiyorsun kadınlar, arabalar, bebekler" den sonra sorgudayken carver'ın no-frost bacısı kit'e verdiği cvp'la bana ayrılan sürenin sonuna geliyorum:

"... and the beauty is not a curse, it's a commodity!"

7 Aralık 2006 Perşembe

Simultane işler bunlar

Artık şuna inanıyorum ki asıl önemli olan günün nasıl başladığı değil, nasıl bittiği. Bugün bana bunu öğretti yani, hem de nasıl. Macera, hırs, heyecan, mutluluk, gözyaşları, sinir(hem de nasıl), güvensizlik, kin ama ille de sürprizler.

Dün nerdeyse bütün günümü yiyen IR quizi için geldim sınıfa. Aklım sıra 30 dakka tekrar yapıp tam girecem quize. Sınıf kapkaranlık ve benim de aklıma ışıkları yakmak gelmeyince çıkayım bari koridordaki bankımsı koltuklara yayılıp son kez gözden geçireyim konuları dedim. Ohh özet de çıkarmışım ne güzel derken, Stanford Shaw'ın(kim olduğunu bilmeyen cahildir) odasından takım elbiseli bi adam fırladı. Adam etrafına bakındı ve beni farketti. Shaw'ın odasına apar topar sokulmamdan evvelki konuşmaları da esirgemeyeyim de tam olsun:

-Afedersin genç, hocanızla konuşuyoruz(ama bi bok anlamıyoruz), bi tercüme yapabilir misin bizim için?
-höö? (me, no ingliş)
-öğrenci deil misin sen?
- öyle de bu fakülteden diilim
-kaçıncı sınıfsın ingilizce bilmio musun?
- evet de dersim vardı
- gel gel 5 dakka (şeker vercez)

ii aq bi bu eksikti. Çaresiz girdim içeri. Tercümanlık deneyimim tabii ki yok :) Ulan rezil olacaz derken, beni bi sardı bu tercümanlık. (Kısaca özetlersem odadaki 3 dernek yöneticisi Shaw'a ödül veriim vaadiyle konuşma yaptıracaklar. Ama adamın başını kaşıycak vakti yok, ve bunlar tarih almaya çalışıyolar) Beni çağıran adam Shaw konuştukça anlar gibi yapıo sonra çaktırmadan bana eğilip ne diyo? ne diyo ? diye sayıklıo. Ben de ona söylüyorum. Bedava tercüman bulmanın rahatlığıyla sanırım, Shaw'ın arada Türkçe söylediklerini de sormaya başladı. Karşımdaki diğer adam devamlı Ok, Ok diyor. Onun yanındaki kadın da tüm demogoji yeteneği ve şark kurnazlığını kullanıp adamın kafasını karıştırıyor. En sonunda şubata gün aldık :) Ben de bi yolunu bulup tüydüm quize.

Çıktım dersten oyuncu seçmeleri için bi yönetmen arkadaşla buluşacaz. Ama 4.30 da nizamiyede buluşmak kadar basit bişey öyle karmaşık bi hal aldı ki... Bahçeli de kaybolmuş sanırım ve buluşamadık. Ben, hem hava alırım hem de karşılarım onu diye bcc den nizamiye ye kadar yürürken mesajla "boşver başka zamana buluşuruz" deyince kayış koptu bende. Nizamiyeye kadar indim, sonra da durakta klorak kokan hanım teyzelerle bi ringe binip tekrar kampüse geldim. İnecem yurtlar durağında, yanımdaki amerikan aile babası kılıklı adam bi türlü yol vermedi, ulan anlasana hareketlenmemden ineceğimi...

Lan daha seçmeler başlamadan başıma bunlar geldi, seçmelerde kim bilir nolacak derken, birer ikişer millet gelmeye başladı. Umutsuzluğum yerini şen esprilere bırakıverdi. Bir de diyaloglarda adam eksikliğinden sahneye çıkıverdik! Özlemişim oyunculuğu beaa... Sonuçta verimli bi seçme oldu. Bu arada, O gelmedi (the one that i am ambivalent about )

Şimdi evdeim, yatacam birazdan falan derken nette okuduğum bişey epey moralimi bozdu, dolaylı yoldan meşhur olmuşum aslında sevinmem gerek. Ama yatağa şu anda morali bozuk, küçük düşürülmüş, "heee, bak şunla yaşadığım şeyden, kendimce çıkarımda bulunayım da entry gireyim" düşüncesinin victim'i olarak girecem... Gün içindeki sinir, karmaşa ve seçmelerden kalan şen esprilerle değil...

Sonuçta; şunu anlamış bulunmaktayım: Gün nasıl başlarsa ve devam ederse etsin, o günü nasıl bitirdiğin önemli ve onu bitiren olayları nasıl yorumladığın... Vay be, ne cümle ama.

6 Aralık 2006 Çarşamba

Çarşambaları...

Çarşambaları bu dönem kayıp günlerim ilan ediyorum. Sabahın dokuzunda tek ders için yatağımı bırakıp otelden bozma rektörlüğün izbe sınıfına kendimi atıyorum. Allaam ya ne saçma bişey, quiz tehdidiyle derslere giriorm. Halim Amerikan filmlerinde sabah uyanıp elinde gazetesiyle tuvalete giden adamlara benziyor. Giriorm rektörlüğe, alıyorum bilnews'i, sınıfa girip başlıyorum okumaya. Derste de devam. Anasını satayım, vakit de bi geçmiyo data'da... Bugün farklı bi heyecanım vardı aslında. Yeni sistem geldi mi, geldiyse withdraw mu etsem datayı, etsem okul uzar mı, dönemin sonuna gelmişsin 2 hafta kala withdraw mu olur, çalış yaparsın olmassa bile uzamaz heralde okul dedim, hocaya da sorayım dedim. Bekliyorum dersin bitmesini... Benim işim var ya, dersin sonunda hiç soru sormayan millet üşüştü hocanın başına. Sorularla ilgileniyomuş gibi bön bön bakıorm hocaya. En sonunda herkes gitti kaldım hocayla başbaşa. Aslında ben ofiste uzuuun uzunnn konuşmak istiodum bunu ama 2 dakika bile sürmedi

-hocam işte sınav haftasıydı, en son sizin sınavınızdı, her şey birbirine karıştı sınavda, patladı(bunu demedim yaw)
- anladım, quiz kaçırdın mı?
-yok hocam
-proje ödevler nası
-ii hocam (onlar da olmasa ne kalıcak lan zaten)
- finalden ii bişey alsam geçerim de mi hocam?
-geçersin de fazla ii bişey gelmez(geçersin de zorluk çıkarırım)
- yani etmeyin diosunuz(yalvarmasını bekliyorum)
-etme bence bu kadar gelmişin
- yeni sistem gelmiş zaten etmek istemiorm
- hadi yaa geldi mi?

geldi aq, geldi de hala kimse emin diil. Nası oluosa. Ne dersmiş be kaldın mı zincirleme kaza, bağlayıcı dersleri var. Hatta arkadaşın birinin rüyasına girmiş, 3 sene geçememiş, okul uzadıkça uzamış sonra hocayı dövmüş öyle geçirmişler. Ben de dedim demek ki işin sırrı buymuş.

Eve gidecem uyuyacam artık, gözümden uyku akıyor. Rüyamda ne göreceğimi de aşağı yukarı tahmin ediyorum. Bu aralar kafayı neye, kime taktıysam hepsini gördüm. Normal devam eden rüyanın sonunda da at tepti. Ne demekse? Rüyada at tepmesi hayra delalet deildir heralde diye araştırdım netten, vahşi hayvan tepmesi nefsin insana verdiği zararları temsil ediyomuş. Peki gerçek hayatta birinin insanın tepmesi(mecazi) ne manaya geliyor bilen var mı? Küçük düşürülmesi, hayalkırıklığına uğratılması? Neyse yaw havamızı bozmayalım...Uyandığımda 5 falandı saat, IR çalıştım biraz, biraz da nipTuck. Ağladım gene yaw bi kaç bölümde, bölüm mü çok duygusaldı yoksa benim mi kafam karışık bu son 1 hafta içinde, anlayamıyorum.

Yarın 2. oyuncu seçmeleri var, oyuncular daha seçilmeden kaprisleri başladı, foruma sanki profesyonellermiş gibi niye bize cvp yazmıosunuz, birincisi bitmeden ikinci tur mu yapılır diye başlık açmış biri... Sanane be yapılır, niye yapmayayım. Memleket insanımın hepsi de cevher bu arada, gerçekten seçmeler heyecanlı oluyor ama sonunda istediğimiz oyuncuları da bulmamız daha güzel oluyor. Yarın tam teşekküllü bi seçme olacak ve epey bi insan gelicek diye sanıyorum/umuyorum; ama beklediğim insan seçmelere gelicek mi asıl bunu merak ediyorum...