28 Aralık 2008 Pazar

Özgürlük üzerine yarım cümleler

Özgürlük.. Özgürlükk.. Özgürlük sonunda pişman olacağın şeyi yapmak demek değildir sayın okuyucu. Bunu bellemeli özgürlük arayan kimseler..

22 Aralık 2008 Pazartesi

Kız veya erkek olmanız farketmez, sarışın kızın yanındaki esmer kızdan her zaman korkun.

11 Aralık 2008 Perşembe

Tastamam

Hayat nedir, aşk nedir, tecrübe nedir, bunlar nasıldır, nasıl kazanılır, nasıl kaybedilir, soyut mudur somut mudur, yenir mi içilir mi, koklanır mı dokanılır mı?..

Üniversite 2. sınıfta bir kızdan çok hoşlanmıştım. Onun da benden hoşlandığını düşünüyordum ve o da bana bu hissi verecek çok şey yapıyordu aslında.. Çok hızlı ve beni mutlu eden aramızdaki bu yakınlaşmanın zamanla bozulduğunu farkettim tam da ona birliktlik teklifimi yapmak için en uygun zamanı kollarken..

Zamanla msn de bana cevap verme aralığı fazlalaşır oldu, cep mesajlarıma bazen cevap vermiyor ve ona 2 ay boyunca beraber izlemeyi teklif ettiğim filme gitmemek için hep bir bahane buluyordu. İçimden bir taraf bu uzaklaşmanın sebebini açıkça baba söylüyor ancak bir tarafım da bütün bunlara mantıklı ve beni üzmeyecek cevaplar buluyordu. Bunda elbette kıızn beni tam da kestirip atmaması etkiliydi.

Hatta bir gün bir gazatede bir köşe yazısı bile okumuştum bununla ilgili. Böyle şeyleri kafanıza takıp aşkınızı zehirlemeyin diyordu. Tam da bunu okuyp hak verdiğim gün onu bir başkasıyla gördüm. En yakın arkadaşına sorduğum zaman da dönemin ortalarında çıkmaya başladıklarını söyledi. Aşağı yukarı terslikler sezdiğim zamanlarda.. Ona bunu söylediğimde "Sana belli ettiğimi sanıyordum" dedi bana..

Benimle ilişkisini, ona karşı hislerimi bile bile tam kesmemişti çünkü ilişkisindeki olası bir kazada elinin altında bulunmam yararlı olacaktı. Sahip olduğu alternatif ahlak anlayışı sayesinde de zaman zaman benimle alay edecek düzeyde olan benden uzak kalma ama tam da kopmama ilkesini çok da güzel uygulamıştı. Sevgilisine sadık,ancak onu seven birinden bağlarını da her ihtimale karşı tam koparamayacak kadar da ikiyüzlü ve içten pazarlıklı bir dürüstlüktü bu


Hayat budur işte.. Filmlerde, dizilerde aramayın..

Bunu okuyan sen, bunları yazan ben, komşunuz, arkadaşlarınız, ve hemen hemen herkes.. Erkek veya bayan.. Hepimiz böyle şeyleri yaşadık hayatımızda en az bir kez!

Görüyorum ben hayatımda olduğu kadar okuduğum blog yazarları arasında da.. Erkekler hep şöyle böyle, Kızlar hep şudur budur diye nidalar atıyorlar, savaş baltalarını çıkarıyorlar. Aptal yerine konmanın da, kullanılmanın da, aldatılıp kullanılmışlık hissine kapılmanın da,mağdur olmanın da cinsiyeti yok. E görüverin bunları..

Hayat işte tam da o italik yazı tipiyle yazdığım hikaye ve buna benzer hikayeler sonunda geleceğimiz adına çıkardığımız anlamlar.

Aramayın ütopik dünyalarda..

9 Aralık 2008 Salı

Arog

Arog: Cem Yılmaz düşünmüş ki ben Gora'nın gazıyla bir kitle yakalarım zaten. Sonra tekrar düşünmüş ki ben bir risk alayım ve filmdeki tüm esas esprileri fragmanlara serpiştireyim de bunun dışında esprim kalmıyor zaten, başka da çarem yok. Sonra sonraaa, tekrar düşünmüş ki ben bu filmi tam da bayram tatiline denk getireyim de izleyicim bir de ordan artsın, belki kotarırım.

Olmamış, olamamış, olabilememiş..

Samimiyetle söylüyorum ki Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu'na daha çok gülmüştüm.

8 Aralık 2008 Pazartesi



Bir kişi sohbet sırasında cocukluguna ne kadar cok inerse, loser'lığı da o kadar cok yüzeye çıkar.

demiş birileri zamanında..

7 Aralık 2008 Pazar

Kızılcık sopası

Açtım blogu yazımı yazıcam hamle ettim ama "giriş yapın" uyarısıyla karşılaştım. İnsana kendi blogunda yabancı muamelesi yapıyorlar muhterem dostlarım.

He ne olacak, yarın bayram olacak. Kurban Bayramları tüm şehirlerde ve kırsallarda et yeme şölenine dönüşecek. Akraba ziyaretleri ikinci gün başlayacak falan da filan..

Büyük şehirlerde misafirlikler bile olmuyor aslında. Toplu taşıma ücretsiz dostlarım Ankara'da laf aramızda, kulaklarınızı bedava sağır edebilirsiniz 50 yıllık otobüslerle. Kendi adıma bayramdan beklentim yok.. Normal günler gibi geçsin yeter demekten başka elimden bir şey gelmiyor. Bayramların sihri bozuldu benim gel-git dimağımda nicedir.

Böyle böylee, nası desem bazen hayatı dışardan AB Gözlemcisi gibi izliyorum. Sokakta falan yürürken sankim kimse beni görmüyor da ben onları görebiliyorum gibi rahatlık sahibi oluyorum.. Her şey oyun gibi geliyor, insanların yaptığı her şey, girdiği her durum, türlü atraksiyonları.

Bazen Güvenpark'ta dolmuş beklerken diyorum kendi kendime, ulan gideyim başbakanlığın oraya, sokaktan tüm gücümle bağırayım "yeter lan açın şu yuutub'u artık" diye, benden korkup tırsıp açarlar yuutub'u diye düşünüyorum..

Bir bar kavgasına karışmak istiyorum diye çemkirdim bi ara, herkes yapme,etme dedi, vazgeçtim. Ne yapalım, bara gidip ayran mı içelim :))

Bir de şuna inanın dostlarım, nerede çok çalışarak zengin oldum diyen biri var işte orada büyük bir yalan var..

4 Aralık 2008 Perşembe

Amaninn dedim kendi kendime dün.. depik mimlemiş beni.. İkinci kere mimleniyorum, heyecanlandım tabii.. Diyor ki bana, adım adım açıklamalarla:

Mim Şartları ( :))) )
- Kendinize en yakın kitabı alın.
- Sayfa 56’yı açın.
-5. cümleyi bulun.
- Cümleyi bu kurallar ile birlikte yayınlayın.
- En sevdiğiniz, en moda veya en entellektüel kitabı seçmeyin, en yakınınızdakini alın.

ahanda yazıyorum:

"Fred ve George'un yatak odasından gelen küçük patlamalar ise tamamen normal sayılıyordu."

"Harry Potter ve Sırlar Odası"

Ne, ne var..?! Harry Potter okuyorum ben :))

29 Kasım 2008 Cumartesi

San-at

Televizyonda yeni bir programın tanıtım filminde dış ses: Milyonları peşinden sürükleyen Ferhat Göçer yeni programı ve şarkılarıyla sizlerle!!

Oldu canım, oldu paşam.. Bu ülkede milyonları peşinden sürükleyen kaç adam çıktı lan şimdiye kadar.. Madem sürüklüyosun bir parti kur bari de oylar bölünmesin, blok milyonlarca oy.. Oy vermezsem Hıncal Uluç olayım..

Bir başka programda, yeni tutkum Yemekteyiz
programından gurme teyzeden inci: Aaa öyle demeyin, mangal yapmak da bir sanattır.. Yağını süreceksin(ıyy kuyruk yağı mı yoksa), balığı tavuğu dağılmadan tutacaksın, yüzlerini deiştireceksin, yelleyeceksin, başında bekleyeceksin..

Ee aynı mantıkla apartmanda evime çıkmak da bir sanat.. Öyle demeyin, otomata basacaksınız, duruşunuzu değiştirmeden bekleyeceksiniz, diyafondan kim o denirse cevap vereceksiniz, asansörü bekleyip, tam da zemin kata inince kapıyı açmalısınız, yoksa olmaz, sonra evinizin olduğu kata doğru bir şekilde çıkmalısınız, yanlış düğmeye basma lüksünüz yok, sonra anahtarla veya tekrar zile basıp evinize gireceksiniz.. Hadi bir ki üç: saatlerimizi ayarlayalım.. Zorlu işler bunlar tabii..

28 Kasım 2008 Cuma

Adamın biri bir diğerine hakaret ettiği gerekçesiyle mahkemeye çıkarılmış. Hakim duruşmada almış adamı karşısına ve demiş:

"Kardeşim davacıya devamlı aptal diyormuşsun, en sonunda dayanamayıp seni mahkemeye verdi, neden bunu yapıyorsun?"

Adam da hakime "aptal olduğu için" demiş ve eğer izin verilirse bunu kanıtlayacağını söylemiş. Davacıyı çağırmışlar, ve adam ona bir soru sormuş:

"Selimcim rica etsem bir koşu eve gidip benim evde olup olmadığıma bir bakabilir misin?"

Bunun üzerine adam hemen koşarak evin yolunu tutmuş.. Hakim kahkahalarla gülerken davalıya dönüp

"Hakikaten de dediğin kadar aptalmış hemen koştu gitti, insan evi bir telefonla arayıp sorar"

26 Kasım 2008 Çarşamba


Facebook başlığında bir link gördüm ekşide geçenlerde.. bunu paylaşamadan duramazdım :)))
Hararetli tartışmanın ortasına dalınır mı lan diego, naptın sen ya..


23 Kasım 2008 Pazar

3 vakte kadar değiştiriyorum blogumun görünümünü zartını zurtunu.. besleme blogu gibi renk yok desen yok bu ne ya..

genç bloggerlar rahatsız..

22 Kasım 2008 Cumartesi

mirabile dictu

Pek muhterem Yurttaşlarım, Türkiye’nin geleceği gençler;

Kız erkek farketmez, hepimiz en az bir kere yabancı sevdası temalı muhabbetlere kulak misafiri olmuşuzdur hatta bizzat kendimiz de yapmışızdır bu beyin fırtınalarını..
Sohbetlerde, veya çeşitli bloglarda ve sözlüklerde hep aynı şeyleri görüyorum. Önce kendi cinsimden başlayayım..

Efendim Türk kızları şöyle sevimsiz, şöyle burnu ve bilimum organları havada, gözleri ufuk çizgisinde, hepsi Galler prensesi sanki, vb vb.. klasik lakırdılarından sonra ilk başta slav ırkının birincil mensuplerı olan Rus kızlarına övgü dolu sözlerle meyletmeler geliyor hep. Ömr-ü hayatında rus ırkından biriyle bile tanışmamız erkek arkadaşlarımız bile bu rus sevdasına kapılmış durumda, yabancı kızlara karşı ilginç bir meyletme içindeler.. Yurdum erkekleri sanıyorlar ki yabancı kızlar ve özellikle Rus kızları ile Türk kızları arasında oldukça büyük farklılıklar var, onlar olağanüstü varlıklar ve kapris, iki yüzlülük, anlayış yoksunluğu ve samimiyetsizlik gibi davranış biçimleri ve huylardan hiçbirinde eser yok. Ancak Türk kızları ise yalan, kapris ve şımarıklık üretim merkezi. İlgi manyağı, paraya ve güce tapıyor, içleri gitse bile ilgilenmemiş gibi yapıyor, erkeklere potansiyel tecavüzcü gibi yaklaşıyor. İşte yok kardeşlerim öyle bir şey.. Yok hepsi zeki,çevik, ahlaklı ve yakışıklı erkek arkadaşlarım böyle bir olay..Hepiniz ful donanımlısınız zaten di mi yurdum delikanlıları?.. Kızlar dünyanın her yerinde kültür ve yetiştirilme tarzılarındaki nüanslar dışında aynı. Zaten de böyle olması gerekir. O yüzden bu tür üstün ırk hülyalarına dalmayın, etmeyin böyle güzel kardeşlerim..

Ve de kızlarımız.. Elbette erkeklerin taarruzlarına karşı elleri armut toplamıyor ya! Karşı saldırılarındaki Rus büyükelçiliğine siyah çelenk bırakma dışındaki en büyük argümanları aslında Türk erkekleri gibi Akdeniz erkekleri olan ve temelde fiziksel olarak çok küçük farklıklar taşıyan İtalyan ve Yunan erkekleri. En son bir blogda sevimli bir yazı okumuştum.. Bir hanım kızımız önce şöyle güzeeelce Türk erkekleri başlığı açmış, sonra bir alt kategoriler vermiş, 2’ye mi 3’e mi ne ayırmış kendi aramızda biz Türk erkeklerini.. En son da nasıl yemekten sonra tatlı olmazsa diğer milletlerden erkeklerin özelliklerini vermiş. Yunan, İtalyan ve Fransız erkeklerini yazmış bir güzel.. Allah aşkına kaç İtalyan erkeği ile tanışıklığınız var, kaç Fransız erkeği ile hasbıhaliniz oldu dostlar soruyorum size yahu açıkça.. Böyle böyle ütopik erkek hülyalarınız yerine, yurdunuzun karşı cinslerini hemen yaftalamak yerine biraz zora koşsanız kendinizi de karşınızdaki insanları tanımak için dakikalardan günlere terfi etseniz.. Güzel olurdu değil mi :)

Benim böyle genellemelerle işim olmuyor, Kız veya erkek farketmez, karşınızdaki insanı önce kız-erkek diye sonra da Türk kızı-Rus kızı, Türk erkeği-Yunan-İtalyan erkeği diye kategorize etmek ve karışık olan kafalarınızı iyice karıştırmak yerine, karşınızdakileri önce insan olarak alıp kişiliklerini ve huylarını da böyle değerlendirseniz fena olmaz mı? Olmaz olmaz.. Valla!

Annelerimiz, anneannelerimiz, babaannelerimiz ne diyor hep: “Allah iyi insanla karşılaştırsın işşşallah!..”


“Jedem das seine” diyorum.. Herkes hakkettiğini bulur manasındadır, google’lamayın..

16 Kasım 2008 Pazar

Fortuna Favet Fortibus

Ales tüm yurtta ve yavru vatan Kıbrıs'ta yapıldı. Heralde her yerde yapılmıştır. Ben girdim ordan biliyorum. Yıllar sonra katıldığım ilk Ösym sınavıydı.

Girdiğim üniversitede Ankara soğuğunu hesap etmemiş veya hesap edip de umursamamış yetkililer sayesinde 3 saat boyunca ceketle titreyerek boşlukları doldurdum. Çok çeşitli öğrenci profilleri vardı yine, değişen bir şey yoktu yani. 2 sıra önümdeki eleman pikniğe gelmişti yalnız.. Su, gofret, çikolata, baklava, börek tam takımdı. Ön çaprazımdaki kız sınavdan önce uyukluyordu.

Buz gibi soğukta,sınavın sonlarına doğru ayaklarımı hissetmemeye başladığım sınavlar bana neyi çağrıştırdı bir bilseniz. Bilin tabii..

Hayatta kalma mücadelesi gibi Ösym sınavları.. Her yolan eleniyoruz maşallah.. Bilgin olsa bile, soğukla imtihan ediyorlar. Havalar sıcakken de seni kolçaklı sıralara veriyor mesela cambaz gibi sınav yapıyorsun.Olmadı ilkokulda sınava giriyorsun kendini Gulliver sanıyorsun. Salon gözcün cins de olabilir nereden bileceksin. Her şey olabilir ya bu sınavlarda.. Florasan lamba bile düşebilir kafana tepeden..

Bir, ceyhan..
iki, denizli..

yok işte, o bu sınavda yapılmıyor..

Ales'e girin, sınavı yapın ve çıkıp hayatınıza devam edin.. Hatta sınavdan önce aklınızı başka bir şeyle oyalayın ki stres de yapmayın sınavla ilgili.. Şaka demiyorum..

Talih cesurdan yanadır dostlarım..

14 Kasım 2008 Cuma

Dudullu Postası


Sizi bilmem ama, Penguen alınca ilk baktığım köşedir Dudullu Postası.. Bu esprileri neden ben bulamıyorum daha önce diye imreniyorum.. Çok pis imreniyorum.. valla!


Duayen-Kıro köşe yazarı Asım Velioğlu'nun da tiryakisi oldum çoktan.. Ahanda yerel gasteniz:
------------------------------------
Birileri yine düğmeye bastı...

DUDULLU KARIŞTI...

"zile basmayın çocuk uyuyoo" yazan zile birileri basmış...

Kadın bi çıktı nası küfrediyo...

Yerlere nası attı kendini,çıldırdı...

bi de frikik vermesin mi ?...


BASINA SALDIRI
fotoğraf makinemizi kırdılar... 8 MEGAPİKSELDİ..


magazin bölümü de harikadır:

" şok! minübüs şöförünün yan koltuğuna kız oturmuş. "


" dudulluda aşk başkadır.. iki sevgili çok pis dayak yedi! "


" dudullunun balkona çıkıp havlayan delisi gecelere renk katıyor"


" halı yıkayan güzeller yürek hoplattı!",


"dudulluda yaz bir başka! simit saraylarında yüksel desibel yabancı müzik dinleniyor, gençler parkları dolduruyor!"

" yaz geldi kadınlar kapı önlerine, balkonlara üşüştü! dudullu postası en seksi kızı sizin için seçti!"
" yufkacının üst katında oturan teyze yine verdi veriştirdi!


birine kızmış yine galiba. ne dediği anlaşılmıyo ki anca bağırıyo! "

" şok! hayri kıran'ı hiç böyle görmediniz! bıyıklarını kesince götüme benzemiş. "

Feysbuk

Aman Allahım sayın seyirciler, facebook çılgınlığı tüm hızıyla sürüyorr, facebook'a yeteri kadar amele dolunca çıkacam diyenler var hala ama ben çıkmıyorum inatla!!

El emeği göz nuru kendi gruplarım var benim feysbukta hem, bazılarında süper geyik çeviriyor gençlik laf aramızda.. ahanda gruplarım:

Bilkent ÜniversitesiSinema Topluluğu:
http://www.facebook.com/group.php?gid=7618110879

bu grubun korsanını kurdu kompleksli gençlik daha sonra :))

Doğuştan sarhoşlar:
http://www.facebook.com/group.php?gid=23989281831

Bakımsız kızlara kamyon çarpsın:
http://www.facebook.com/group.php?gid=18222549465

Erkek gibi davranan kızlara gıcık olanlar:
http://www.facebook.com/group.php?gid=7434776578

Hülya Avsar'dan daha iyi tenis oynayabilenler:
http://www.facebook.com/group.php?gid=5283968726

Anakin Skywalker kötü değildi, çevresi kötüydü:
http://www.facebook.com/group.php?gid=5045724805

Alayına isyan inadına Nip Tuck:
http://www.facebook.com/group.php?gid=6614782641

Greatest Asshole of All Times: Christian Troy:
http://www.facebook.com/group.php?gid=15970030074

Ankaralı Genç Sinemacılar Platformu:
http://www.facebook.com/group.php?gid=90650150202

yerim ben gruplarımı..

12 Kasım 2008 Çarşamba

Eğlenceli insanın depresyonla imtihanı

Yeni yeni toparlanıyorum aslında.. Pazar gününden beri.. 2 saat boyunca ağlayıp sonunda da şişkin gözlerle uykuya daldım. Uyandığımda gözlerim yanıyordu tabii ki ve sanki kaderin boktan çarklarının bana verdiği mutsuzluk molasını bitirmiş gibi mutsuzluğum başladı.. Tam bir sinir boşalması idi sanki.. İçimdeki tüm öfkeyi, yalnızlığı, utancı, çaresizliği ve hıncı kusmak isterdim. Hala kendime tam gelemedim sanırım. Olsun artık kaşarlandım bir sonraki patlamaya kadar normali oynayacağım :)

Yazarak rahatlıyorum ben. Ve aslında bu günkü yazım kendim için değil bir blogdaşım için. Başlıktan da anlayacağınız gibi eğlenceli bir arkadaş bu..

Buhran anlarımda onun bloguna bir kere baktım ve onun da aynı şeyden muzdarip olduğunu gördüm. Siz okumayın diye blogunun linkini vermiyorum :)

Şu anda kazara bir psikiyatr ziyaret etsem, bana "maskeli depresyon" teşhisi koyardı. Nasıl dayandığımı bana sorsa da eminim şizofreni başlangıcı teşhisi koyabilirdi..

Benim ikimize ve diğerlerine teşhisim daha farklı aslında..

İçimizde bazen öfke, çaresizlik, masumiyet, kabullenememe, saflık, anlık mutluluklar, hayalkırıklığı ve kötülük çarpışıyor.. Bu çarpışmada kaybedeceğine inanmak istemediklerin -yaşadıkların yüzünden- kaybediyor gibi geliyor sana..

Hayalkırıklıklarının etkisi niceliklerinden çok sıklıkları ile yıkıcı oluyor biz zavallı insan türünde :)

Sonra da inançlarımızı sorgulamaya başlıyoruz.. Evet bunu yapıyoruz kendimize.. Başkalarının eksikliği, başkalarının kusurları yüzünden hatalıymışız hissine kapılıyoruz.. Değer vermenin yıprattığı, sevmenin zayıflık olduğu, iyi niyetin suistimal edilebilir olduğu üzerine de hıçkırıklarla tezler yazıyoruz.

Öfke nöbetlerimizin kurbanları da genelde bizi yaralamamış olanlar olur genelde.. Ailemiz değil mi?

Anlatabiliyor muyum?

Sana "dinlen" demem blogdaşım, "hayatından insan sil" de demem, "ilaç alma o ne öyle bu yaşta.." da demem. Hayata döneceksin tekrar, yapmaktan en fazla zevk aldığın şeyleri daha sık yapmaya başlayacaksın.. Bu kadar mı kolay? Evet bu kadar kolay :)

Teşhisi konmayan depresyonumla birlikte ödev yetiştirmeye çalışıyorum mesela ben, onunla birlikteyken otobüste angut şoför keyfine göre paso isteyince göstermiyorum- yerime geçerken arkamdan homurdanınca laf atıyorum, haftasonu halı saha maçına çağırılıyorum, bir arkadaşım senaryomu beğeniyor çocuk gibi seviniyorum..

"Parlamak için yanmak gerek" diyor depresyonların çocuğu Nietzsche :) Üzerinde bir düşün bunun ;)

not: cüretimi bağışlayınız efendim, ailenizin korsan psikoloğu olarak yazıyorum bunları :p Ama aklın yolu bir, aramıza dönmüşsün son yazınla..

4 Kasım 2008 Salı


Kitaplar insanın en iyi dostudur :))

31 Ekim 2008 Cuma

Nihilism vs Existentialism

-insan ne ise o değildir, ne oldu ise odur- diye yazmış biri bir sözlükte, existentialism'i savunurken..

"her tür otoriteye karşı çıkar hiçbir gücün birey üzerinde baskı kurmaması gerektiğini savunur." ve, "doğru ahlâk'ın olmadığını, gerçekleştirilen bir davranışın diğeri yanında doğruluğunun değil tercih edilebilirliğinin söz konusu olduğunu da savunan görüş. bir açıdan bakıldığında anarşizme kaçtığı düşünülebilir." diye tanımlayanlar olmuş nihilism'i, başka birileri..

Nietzshe ise nihilisme "en üstün değerlerin değersizleşmesidir. Yabncılaşma vardır. bu yabancılaşma nihilizmin sonunda ortaya çıkar, insanların kendilerine karşı yabancılaşmaları durumudur. nihilizm dünyayı yadsır ve buna bağlı olarak bu dünyayı yadsıyan, cennet-cehennemi yüceleştiren her din veya düşünce nihilizmle benzerlik gösterir. sonuç olarak insanı yabancılaştırmaya itmektedir" diye bir kulp takmış.

Birileri de bir sözlükte söyle tanımlamış nihilismi: "klasik felsefe sistemini bütünü ile reddeden,yadsıyan;sade bir tutumla bütün toplumsal düzene;aile ,devlet ve din otoritesine karşı çıkan;yalnızca bilimsel doğrulara sahip çıkan,cehaletin bütün kötülüklerin anası olduğunu savunan;hayattaki hiçbirşeyi önemsememin değil,anlam yüklediğimiz o hayat kaidelerinin o anlamlara layık olmadığını anlatmaya çalışan düşünce biçimi.."

Bir başka sözlük yazarı şöyle anlatmış existentialism hakkında aklında kalanları: "modern insan, bir devlet hastanesinin doğum kliniğinde dünyaya geliyor, oradan yuvaya, yuvadan okula, sonra da ya bir fabrika ya da bir büroya geçiyor. modern insan artık kendi yaşamını sürdürmüyor. ölümü bile kendinin değil çoğu kez."

Bir başka sözlük yazarı da demiş ki: "Sartre her şeyi bilen bir insan değildi,ama bildiği çok iyi bir şey vardı o da varolmak ile yok olmanın somut ya da soyutla ilgisi olmadığı..çoğu insan için varolduğunu zannedicilik ten ibarettir aslında,başkalarının gölgesinde,onların birikimi,fikirleriyle,onların kurallarına göre yaşıyorsan var değilsin, ham bile değilsin,yoksun."

Siz anlayın benim hangi akıma bağlı olduğumu artık..
Eve yeni geldim. Biraz ders çalışayım dedim başım ağrıdı, bıraktım. Aslında gelirken serviste kafamı şişiren mühendis muhabbetlerinden sonra aklıma öyle bir şey geldi ki bu adam bir daha otobüslere binmesin dedirtir sizlere..

Başım aslında serviste ağrımıyordu. Yanımda oturan ve her hallerinden meslektaşlarım oldukları belli olan öğrencilerin muhabbeti bezdirdi beni. Ders-sınav-hoca muhabbetlerini dinlerken hayatın sanki biz vakit geçirelim diye planlanmış bir oyun olduğunu hissettim birden.. Okul-dersler-meslek-iş-evlenme-çocuk çoluğa karışma-sonra onların sorumluluğu derken belli bir vakit geçirme programı gibi geldi bana. Ve sanki toplumun ve ailenin öyle bir baskısı var ki üzerimizde, bunların biri veya birkaçını reddettiğimizde normal bir hayatımız olamayacakmış gibi.. Böyle bir dayatma gibi geldi hekesin yaşadığı.. ne bileyim öyle işte..

Yani, herkes aynı. Okul muhabbetleri, dersane muhabbetleri, kız/erkek muhabbetleri ve dedikoduları, iş muhabbetleri, aile meseleleri, çoluk çocuk sorumlulukları ve muhabbetleri..

Böyle bir ortamda mı yaşamak zorundayım yani? Anlayamıyorum ve reddediyorum ya!

Bir de facebookta bir gün ansızın "Doğuştan Sarhoşlar" diye bir grup kurmuştum. İçmeden sarhoş sarhoş, melül melül bakıp hayatı umursamamak hoştur. Kaçan kovalanır çünkü, hayatı umursamadığında o peişinden koşuverir. Şımartır seni. Öyle bir şey.

Bir de arkadaşımın kurduğu grup var. "Geceyi sevenler". Seviyorum o grubu. Seviyorum geceleri çünkü. Karanlığı daha doğrusu.. Küçükken çok korkardım karanlıktan ben,sanki aydınlıktaki hemen hayatımızdaki canavarlardan daha da korkunçları çıkacakmış gibi korkardım. Salaklık işte.

Geceleri seviyorum. Daha özgür hissettiğim için olabilir. Geceleri insanlar daha rahat. Ben de öyleyim. Hoşuma gidiyor gece, çok seviyorum. Geceleri yazıyorum mesela, herkes uyurken benim zihnim çalışıyor, daha bir yaratıcıyım. Yarın güne bomba gibi başlayacağım diyorum, nasıl bir kendine güven veriyor.. Ha, bir de çığlığın rengi olsa beyaz olurdu..

Neyse zihnim 3-4 parçaya ayrıldı şimdi, sonra gelip uğrayım bir ara bloguma..

29 Ekim 2008 Çarşamba

Uzuunn uzun zamanlardır dolaşmayı düşünüyorum.. Öyle şehir içinde veya şehirden şehire değil, bildiğiniz başka başka, türlü türlü memleketlere.. Geçtiğimiz ayda para biriktirmeye başladım. Ankara öyle soğuk, kuru ve bulut gölgeli ki bu aralar, kaçıp gitsem de nereye olursa olsun diyorum bazen. Para biriktirdiğimi anlatıyorum arkadaşlara, arada da yarı şaka yarı ciddi soruyorum, "gelir misiniz böyle bir geziye" diye.. Onlar da yarı şaka çoğu ciddi "yok ya, sana kolay gelsin" diyorlar. Ama umudumu kaybetmiyorum, elbet benim gibi birini bulur ve kandırırım diyorum..

Bazen eve geldiğimde yapacak hiçbir şey yokmuş gibi geliyor. Uyuyup uyandığım zaman "ben uyurken kimbilir insanlar ne kadar eğlenmiştir, neler yapmışlardır" diyorum. Gezmeyi çok istiyorum, sırf yeni yerler ve kültürler bik bik klasiği için değil, yeni insanlar -tercihen yabancı binbir milletten- tanıyıp diğerlerinin de kaderlerine ortak olmak için..

En erken önümüzdeki yaz yapabileceğimi belki de yapamayacağımı bile bile, gitmek istediğim yerleri ve gerekçelerini çıkarmıştım kendimce. Okumak hoşuma gidiyor ara ara.. Ben de burada paylaşayım istedim, kendimi iyi hissediyorum okudukça, gerçekleştirebileceğim küçük küçük hayaller gibi geliyorlar..

İlk başta İtalya olmalı. Dillerini de şehirlerini de seviyorum bu memleketin.Her şehrinin ayrı hikayesi var. Roma'nın gecelerini görmek istiyorum önce. Sonra Venedik var ya sular altında, ona bir uğramak istiyorum. Sonra da Toscana kırlarına uzanmak istiyorum. Nietzsche ve Einstein bir şey biliyordu ki orada bulunmaktan hep hoşnut kaldılar. Bir de Floransa var, oraya kesinlikle yalnız gitmek istemem.

Yunanistan'ı da görmek istiyorum. Belki de komşularımız arasında en gidilip görülecek ülke olmasından ve yakın olmasından. Bir Bulgaristan veya Romanya'ya gitmek istemezdim şahsen. Sokaklarında kendime İspanyol süsü verip gezip gözlem yapardım. İnsanları nasıl, bize benziyorlar mı, onların baklavası, rakısı ve dolması mı daha hoş bizimki mi diye karşılaştırma yapardım. Adalarına falan bir uğrardım ve biraz Yunanca öğrenip geri dönerdim.

Hollanda'yı da görmek isterdim ama nedenini bilmiyorum. Gerekten de.. Bir gün aklıma takıldı ve o gün bugündür gitmeyi istiyorum. Belki de Almanya'ya falan çok yakın olduğu içindir. Gün içinde atlarım bir hızlı trene Almanya'yı da görürüm. Bir gün Hllanda'da olup, ertesi güne başka bir şehirde uyamak güzel histir yahu..

Uzaklara gitmek istersem de Tayland, Amerika ve Küba olabilir.

Tayland'da Phuket'i isterim. Neden mi? Ne bileyim Lost'un bir bölümünde Jack oraya gitmişti.. Sahilde uçurtma uçuruyordu, her gün kanka olduğu bir veletten gazoz alıyordu. Sanki kimsenin beni bulamayacağı ve çok kolay düzenimi kurabileceğim bir yer gibi geliyor. Uzakdoğu mutfağını da yadırgamıyorum hatta hoşuma gidiyor..

Amerika'da Nevada eyaletindeki Las Vegas.. Çünkü Vegas'ta olan Vegas'ta kalır! İnsan dağıttı mı yerinde yapmalı bu işi bile.. Çok sarhoş olursam orada 5 dakika içinde evlenebilme gibi bir kolaylık da var. Ama ben normal halimle bile Las Vegas'ta evlenmeyi yadırgamazdım. Ailemden başka birilerine anne-baba demek kadar hazzetmeyeceğim başka bir şey de varsa yoğun-yorucu ve mantıksız olduğu kadar uzun evlilik törenleridir.

Küba? Farklı olduğu için. İnsanlarını neredeyse hiçbir şeyin rahatsız etmemesi ve her türlü imkansızlığa rağmen insanlarının hayatından memnun olduğu ve dünyaya bir şey katabildikleri için. Rahat insanları, rahat yaşamları ve açık sözlü insanları sevdiğimden belki de..

Arada eklerim yeni gözdelerim olursa.. Ne güzel ya, hayali bile heyecanlandırdı beni..

28 Ekim 2008 Salı

Dolmuş

2 hafta önce sabahın yedisinde okul servisinin durağına gitmek için dolmuşa bindim. Benimle birlikte 3-5 kız da vardı hemen hemen benim yaşlarımda. Önden bir sonraki sıraya oturdum ve zamanla dolmuşumuz doldu, oturacak yer kalmadı.

Birkaç durak sonra annemden biraz büyük gösteren iki kadın bindi. 50-55 yaşlarındaydılar. Ayakta kaldılar tabii.Sabah mahmurluğumdan kadınlardan birinin şu sözüyle kurtuldum:

-(yanındakine) evet, evet.. demek ki gençlerimizi iyi yetiştirememişiz!

Bu sözü duyduğum zaman hiçbir şey yapmadım.. Bir durak sonra binen onlardan daha genç bir hanıma o daha sormadan yerimi verdim. Ben inmeden hemen önce indi ve bu sefer verdiğim yere tekrar ben oturdum. Bu süre zrfında yüzümde pislik bir ifadeyle devamlı o homurdanan iki kadına baktım.

Hayatımda ilk kez bu durumu yaşadım. Genelde yaşlılara onlar sormadan yerimi teklif ederim. Genelde istemezler ama kurtuluşları olmaz, oturmalarını sağlarım..

Bu yaşlılara yer verme olayında bu mankafalı teyzeler sayesinde sırf onlara yer tutuculuk yapmıyorlar diye gençliğin ne terbiyesizliği kalıyor ne de ahlaksızlığı.. Bu çok küçük düşürücü bir durum. İstediği olmadı diye, annemden küçük 50lik bir kadın kalkıyor ve beni yetiştirenlere dil uzatıyor. 50 yaşında yahu, bu nedir? Burada amaç ihtiyacı olana yardım etmekse ben neden güne giden 50lik teyzelere yerimi vereyim?

aşk yakar.. tentrdiyot yakar..kolonya yakar..

Arko traş kolonyasının reklamındaki ana fikir,(hani var ya erkekler de yanar şarkısının değiştirilmiş versiyonu olan) davudi sesli bir arkadaşımız ikna edici olmaya çalışırken komik oluyor:

- yanıyorsak aşkımızdan!

Aşktan dolayı yanmak, traş sonrası kolonyasından yanmaktan daha mı hafif bir şey yahu?

Bir de yeni bir dizi var: "Aşk yakar" isminde.. "Tentürdiyot yakar" der gibi söylüyor Özcan Deniz dizinin fragmanında bunu.. Hakikaten o ne öyle?! Aşk yakarrr!.. "tentürdiyot yakar" gibi..

23 Ekim 2008 Perşembe

Yeni başlayanlar için dünyayla barışmak

Vazgeçmek
Geri çekilmek
Teslim olmak
Pişman olmak

Bu sabah 1.5 saatlik uykunun ardından aniden uyanınca yalpaladım biraz yürürken. Şöyle bir histi: Sanki uyandığıma vücudüm inanmamıştı ve zihnimin de umrunda değildi. Ağzımı, dilimi yaka yaka içtiğim kahvenin ardından kendimi yollara vurdum.

Sabahları dersim olduğu ve o dersten sonra dersimin kalmadığı günlerde eve döndüğümde hemen yatıyorum. Sabahları zihnim aynen sabah vaktindeki deniz gibi.. Dalgasız, temiz, birkaç saat sonraki insan kirlilğinden eser yok.. Ama eve dönndükten sonra tekrar yatıp uyanınca aklıma gelen her güzel düşünce, cümle ve masum his, yerini boşluğa bırakıyor. Bu yüzden geceleri yazmayı tercih ediyorum..

Dejavu oldum bir dakika!..

Hah, geri döndüm şimdi..

Bir kaç gün önce Contact filminden bir diyalog alıntısını vermiştim. Aslında bir bilimadamının diğer bir bilimadamına verdiği ince ayardı bu..

Hırslı olanı diğerine günah çıkarır gibi bu dünyanın ne yazık ki onun ideallerinden, umutlarından ve beklentilerinden çok farklı, deyim yerindeyse zalim, adi ve adaletsiz olduğundan bahsederken, diğeri de ona “..İlginç!” diyordu. “Ben de biz nasılsak dünyayı da öyle gördüğümüzü düşünürdüm hep.”

Çoğumuz bazen dünyayla küseriz idealize ettiğimiz gibi olmadığı için.. Sadece dünyayla değil, içindekilerle de sorunumuz olur. İnsanları çirkin, bayağı ve basit buluruz. Biz bu kadar “iyi” iken (veya belki de siyahla beyazın arasında gri olmayı bilemiyorken) nasıl kötülerle karşılaşırız? Hep böyle mi olacak? Yok yok bu genelde böyle olacak, devamlı bir hayalkırıklığı ve mutsuzluk sebebi haline geliyor insanlar ve kendim gibileri saklandıkları yerden –varsalar hala- çıkartmam da çok zor diyebiliriz.

Ben kendi adıma bunları bir zaman düşünmekten gocunmuyorum. Evet, düşündüm. Hyalkırıklıklarım, yediğim kazıklar, değer bilmez insanlar oldu. Hangimizin olmadı ki? Bu olaylar karşısında böyle bir umutsuzluk ve küslük yaşamak da pek ala normaldi benim için, veya sizin için..

Bir gerçek var ki, toplum olarak birbirimizi tanımaya vakit ayırmak istemiyoruz. Yorucu geliyor. Belki imkansız geldiğini düşünenler olduğu için hiç denemiyorlar bile..

Birbirimizi tanımak için çaba harcamamak benim için affedilemez bir davranış aslında. Bir tür şekilciliği beraberinde getiriyor. İnsanı metalaştırıyor ve hayalkırıklıklarını hızlandırıyır.

Bazen kaçıp gitmek istiyorum kendi ülkemden.. Dışarıda gördüğüm insanların hiç biri beni tanımıyor, ve hoşgörüsüzlüklerine tahammül edemiyorum. kendi ülkemde bunu yaşamaktansa hiç bilmediğim hatta dilini bile bilmediğim bir ülkemde bari böyle bir yabancılık çekeyim de en azından bu durum bana koymasın, normal karşılayayım diyorum.

Bazen kötü giden ilişkilerimi düşünüp neden kısa sürelik olduklarını düşünüyorum. Kuşkusuz içinde aşk olmadığı içindir. Sonra benim için ideal insanı adınahayaller kuruyorum. Kendi kafamda tasarlıyorum mesela.. Sesinden saçlarının uzunluğuna kadar, ne bileyim hayran olduğu film türlerine, okuduğu bölüme, çalıştığı işe kadar.. Kısa süre öncesine kadar bu durum beni bir an sonrasında umutsuzluğa sevkederdi. Böyle brini hiç bulamayacağıma dair düşünceler yüzünden. Ama artık hiç böyle hissetmiyorum. Olabileceğine kendimi inandırıp hazırlıyorum mesela..

Bazen yeteri kadar saygı görmediğimi düşünebiliyorum..

Bazen kendime acıyabiliyorum..

Bunun gibi, kendim neysem hayatı da içindekileri de öyle hayal ediyorum artık. Böyledir mutlaka, en azından böyle bir yer vardır diye düşünüyorum. Tüm maymun iştahlılığımla yabancı dillerden üç-beş kelime, ifade öğrenmeye çabalıyorum. Pasaportumun süresi doldu ve henüz yeniletmedim ama vizeyle alan ülkelere yolculuklar yapmayı düşünüyorum mesela.. Bunun için çabalıyorum.. Para biriktiriyorum ne kadar az olsa bile mesela..

Hiçkimseyi böyle pembe gözlüklerle hayata bakmaya teşvik edemem.. Ama en azından benim gibi başkalarının da böyle düşünebildiğini söyleyebilirim.. Nerde olduklarını bilmesem de yakında olduklarını bile bilmek şevk veriyor.

İnsanların benim hakkında ne düşündüklerini fazla umursamıyorum.. Ukala görebilirler beni, ne bileyim burnu havada görebilirler,aptal bile diyebilirler. İçimden geldiği gibi konuşuyorum, aptala aptal diyorum, başarısıza başarısız, yeteneksize yeteneksiz, yaratıcıya yaratıcı, güzele güzel, kötüye kötü.. Korkmuyorum ki, deli miyim acaba?

Bir insan sizi sizden dinlemeli, buna çaba gösterenlerle daha fazla birlikte olun en azından..

Yanlış anlaşılmaktan korkmayın.. Çabalamaktan da.. Korkarsanız, işte en baştaki döngü tekrarlanıyor:

Vazgeçmek
Geri çekilmek
Teslim olmak
Pişman olmak

Siz zeki insanlarsınız, beni anlamışsınızdır..

20 Ekim 2008 Pazartesi

David Drumlin: I know you must think this is all very unfair. Maybe that's an understatement. What you don't know is I agree. I wish the world was a place where fair was the bottom line, where the kind of idealism you showed at the hearing was rewarded, not taken advantage of. Unfortunately, we don't live in that world.

Ellie Arroway: Funny, I've always believed that the world is what we make of it.

The Contact

18 Ekim 2008 Cumartesi

Temel

Temel bir gün yolda yürürken muz kabuğuna basıp düşmüş. Düştüğü yerden kalkıp tekrar yürümeye başlamış. Yürümeye devam ederken önünde başka bir muz kabuğunu daha görünce ağlamaya başlamış: "Eyvah, gene düşecem!"

Hepimiz böyle mi olduk yoksa ben mi fazla abartıyorum?!..

6 Ekim 2008 Pazartesi

"İgrencligini gizlemedigi, sahteciligini acikca ortaya koydugu icin bu caddeyi cok severim. Hayatin surekli bir ikiyuzlulukten ba$ka bir $ey olmadigini soylemek ister gibidir bu cadde. Sanki her $eyin uzerinde sahte oldugu acikca yazar."

Orhan Pamuk- Sessiz Ev

İnsanlar ilginçtir. Uygulamak için can attıkları kararları koyarlarken, bunları bozacak şartları hemen oracıkta kendileri oluşturup bir nevi kendi kendine imha ederler hayallerini.. Yeni biri olmak için, hayatları adına yeni kararlar almak için, klasik tabirle “hayatlarının geri kalanı için ilk günlerini” yaşamaya başlamak için mutlaka başlangıçları seçerler. 1 ocak, Pazartesi, ayın başı, yeni bir okula veya işe başlangıç zamanı, yeni bir şehre göç etmenin ertesi günü gibi.. Farkında olmadan da başlangıç ideallerinin altını oyar bir şekilde bu durum.

İğreti mükkemmeliyetçilik anlayışlarıyla birlikte de yeni milatları hafta ortasında bozuldukça, farklı davranamadıklarını bir şekilde hissedince de aldıkalrı bu yeni kararı uygulayamadıklarına karar verirler ve yeni başlangıç için gelecek yeni treni(!) beklemek için sabırlı olamadıkları için de yepyeni pazartesileri veya 1 ocakları beklemekten vazgeçiverirler.

Buna ne gerek var ki (tabii eğer cesaretiniz varsa) “Başlıyorum artık” diyip başlangıcını törene dönüştürmek yerine “şimdi, hemen” demeli insan ve kendisini geliştirmesine ve mutlu olmasına engel olan huylarını veya davranışlarını da – başlangıç ritüeli tarzı dahil- imha etmelidir. Ben en azından böyle düşünüyorum..

Bugün nefret ettiğimi sandığım Bahçeli’deydim, bankaya gitmem gerekliydi çünkü.. Sebepsiz şekilde tiksindiğim bir yerdi Bahçeli. İstanbul’daki Bağdat Caddesi’ne benzer, andırır işte en azından. Önsözden de anlarsınız benim artık neden sevmeye başladığımı.. İstemeye istemeye Kfc’de bir şeyler yedim arkadaşımla. Ama farkına vardım ki ben yemeği yiyorum o beni değil.. O kalabalığın içinde kendimi bir şekilde kendime ait hissettim kısa bir süreliğine.. Özgür hissediyordum ve özgüvenim -sabahın erken saatleri olmasına karşın ve uykulu olmama rağmen- yüksek düzeydeydi. Sabahları pek sevmem ;ama orada sevdim.

Hayat budur; basit olmalıdır karmaşaya oranla eğer kestettiğimi anlayabiliyorsanız..

“Yemek gördün mü ye, dayak gördün mü kaç” pek de bayağı bir söylem değildir. Beni mutlu eden, seven ve değer veren her şeyin ve herkesin yanında onu şaşırtacak derecede bulunabilir kaderimi paylaşırım Allah ne verdiyse artık.. Ama bunu hissettirmeyen şeylerden kaçarım, kişilere de saygı duymam, yapmacık bile olsa sevgi göstermem.

Hayatınızda değişiklik istiyorsanız, o değişikliği bir baskın havasında, aniden yapmalısınız. Baskın basanındır ne de olsa..

22 Eylül 2008 Pazartesi

suum cuique

Gözlerim yanıyor çoğu zaman bilgisayar başında. Şimdi olduğu gibi.. İhmal de ediyorum bu köşeyi alışkanlık haline getirmiş gibi adeta hem de.. Hayatı ihmal ediyordum bu aralar, böyle de sağlam bir bahanem var.. Depresyonda değilim, kadere isyanım yok, dünyanın yükü de omuzlarımda değil; ama düşünüyorum kendimi ve geleceğimi bazen ve endişeleniyorum hiç yoktan.. Olmam gereken miyim yoksa olmam istenen miyim? Ve hangisi benim için daha uygun?
Bir hafta önce okula bir arkadaşıma gitmek için Bahçeli durağında servisi beklerken servisi kaçırdım. Evet başardım bunu.. Gelen servislerin hepsi doluydu ve o kadar yolu ayakta gitmeyi göze alamayacak kadar miskin bir halde olduğum için 2 servise de binmedim ve başka gelmediği için öylece kalakaldım duraktaki beş-on kişi gibi. 1 saat beklemeyecek kadar sabırsız biri olduğum için biraz (bana göre) ötede olan Bilkent otobüslerinin geçtiği durağa doğru yürüdüm.

Durağa geldiğim zaman simaları, çirkinlik,güzellik gibi kavramlarından öte varlıkları bile anlatacağım anıma etki etmeyeceği için es geçtiğim bir kaç insan dışında yaşlı bir teyze ve onun yanındaki genç oğlan ile bir kadın dikkatimi çekti. Aslında dikkatimi çeken tek şey (yaşlı olmayan) kadının yüz ifadesiydi. Devamlı sırıtma halindeydi.. Bu hali bende ilk olarak onun zihinsel engelli olma ihtimalini getirdi. Daha sonra belki de epeyce saf biridir diye düşündüm. Bu çelişkimin sebebi görünümünden dolayı yaşı hakkında bir fikir yürütemememdendi. Bakımsız, pejmurde bir haldeydi. Saçları kısa kesilmişti ve ense kökünde biraz uzattığı saç kuyruğu vardı. Onu çocuklaştıran şeylerdi bunlar... Bana bakıp gülümsediği zaman ona ve kimseye belli etmediğim bir hafif korku hissettim kendimde. Neden hissettim ki bunu.. Bundan dolayı şimdi bile kızıyorum kendime. Farklı olan tarafın dikkatini çekmem ve bunu diğer insanların da farkettiğini düşünmem, bunun da beni küçük düşüreceğine olan inancımdı elbette.( Bu düşünce hayatta her şekilde kendini değişik çeşitlerde ve değişkenlerle gösteren bir durum aslında, bunu da bilin, korsan sosyoloğunuz olarak açıklıyorum)

Hava sıkıntılı ve bulutluydu o anda.. Güneş arada yüzünü gösteriyordu parça parça bir yerlere vurarak.. Hani bazı havalar vardır ya, aynı anda yağmur da fazla ıslatmayarak yağar ve havanın bu haline şaşıra şaşıra yolunuza devam edersiniz içinizdeki sebepsiz sıkıntı hissiyle. Ve sanki o hava – yağmur,güneşin durumu ve loş yeryüzü- sahip olduğunuz her küçüklü büyüklü sıkıntıyı hatırlatır size. İşte öyle bir havaydı tam da.. Ama o günışığı parçaları sadece o kadının(veya genç kızın veya çocuğun) yüzüne vuruyordu. Baktıkça, arada kaçamak gözlerle yine bakıyordum yüzüne.. Devamlı sırıtıyordu çevresine. Onu en küçük şeyler bile –sanıyorum- mutlu ederdi kendinin az farkında olarak yaşadığı bu hayatta..

Kabullenmişlikte bile az da olsa bir erdem vardır aslında.. Bir tür işe yaramaz ya da sadece kişinin kendi işine yarayan ve diğerlerine anlatsa da onların anlayamayacağı bir bilgelik.. Acı ve yorucu tecrübeden doğan kolu bacağı olmayan bir çocuk gibi. Mesela ben okulumdaki sınıflandırma yapmaktan çekinmediğim bir gürühun daha önce kızdığım, dayanamadığım ve görmek istemediğim dejenere ve aynılıkla bayağılığın yoğurduğu davranışlarını artık kabulleniyorum. Bu beni güçsüz yapar mı? “Ben bunları engelleyemem, yanlışlarını söylesem bile beni takmazlar ki..” desem ben cesaretsiz olur muyum?

Benim hoşlanmadığım ve sizin hoşlanıp hoşlanmadığınızı bilmediğim türde insanlar şimdi de varolacak gelecekte de.. en basit örnek olarak onları verdim concon,tiki tayfayı yani. Size rahatlıkla söyleyebilirim ki hem onlar hem de sevmediğiniz tür insanlar toplumda hep varolacak ve siz “görüşmem, görmem, samimi olmam” diyerek hiçbirinden kurtulamazsınız. O zaman ne yapıyoruzzz, gördüğümüzü öldürüyoruzzz! Yok o da değil elbette ki, bazılarımız tahammül edemediğimiz belki de bir veya birkaç kişi hakkında böyle düşünmüş olabiliriz, ayıp da değil – çaresizlik.. Sonu gelmeyen şeylerden kaçarak kurtulma düşüncesi saçma gelir bana hep. Mücadele etme de klasik ama kötünün iyisi bir yöntem..

Peki erdemlerimizin bize her zaman kalkan olacağından emin miyiz?

Sorsanıza kendinize: “Ben hiç hayalkırıklığına uğradım mı?” diye..

Sorsanıza kendinize “Ben hiç aptal durumuna düştüm ve sebebi değer vermem olabilir mi” diye..

Hayat adil mi?

Bir kere bile olsun bundan şüphe duydunuz mu?

Kaçacak limanlarımız var mı?

Size sevgiyle bağlı biri..

O sevginin kaynağından ve amacından hiç şüphe duydunuz mu?

Sevdiniz mi?

Sevildiğiniz mi?

Size duyulan bir sevgiyi haketmediğinizi düşündünüz mü hiç?

Kaç kişinin hayatına ve kaderine ortak oldunuz?

Ne kadar güvendiniz?

Ne kadar korktunuz?

Kaç defa “bir daha asla” dediniz?

Kaç defa o sözleri bozdunuz?

Hiç en sonunda “ailem bana yeter” diye kendinizi, tüm hayalkırıklıklarınızdan sonra onların yakınına atıp, belli bir süre onların yanında gereğinden fazla kaldınız mı?

Veya bir aileniz var mı?

...

O kadın (veya kız veya çocuk) mutsuzluğu ve hayalkırıklığını yaşayamayacak kadar az toplum içine çıktığı için monoton ama hep güldüğü mutlu bir hayatı yaşıyor bana kalırsa..

8 Eylül 2008 Pazartesi

Adaletli misin?
Kibar mısın?
Ve tek bağlılığın bunlara mı?
Seni herkes sever mi?
Benim de öyle olduğumu bil.
İyiliği sevdiğin için daha az mı acı çekeceğini sanıyorsun?
Öyle mi düşünüyorsun?

"Thin Red Line" filminden..

6 Eylül 2008 Cumartesi

sevmiorum kendimi!!! sevmem öyle herkesin sevdigi şeyleri...

Aduket

http://www.perfspot.com/video2/video.asp?id=2109801125

youtube hala açılmadığı için böyle linkler kaldık ama neyse.. Ata'mıza dil uzatan hayınlara harika bir ders veriyoruz. Söz konusu videoları bizim dışımızda herkes izliyor şu anda. hani var ya bi hayvan.. bir kuş.. kendine saldırılınca başını kuma gömerek kurtulduğunu sanan..nerden geldiki aklıma şimdi :))) yakın gelecekte birbirimize şu sözleri söyleyeceğiz dostlar:

bi yuutub vardı n'oldu?..

poli tika

Latince kelime anlamı "çok yüzlü "anlamına geliyor ve her şeyi anlatmaya yetiyor politika hakkında bu..

Bence bir vatandaşa harika anlar yaşatabilir politika... Kanımca sade biri olarak politikadan en çok hoşlandığınız şey şu olabilir: Daha önce hakkında söz söylerken durup tekrar tekrar düşündüğünüz kişilere en geç 5-6 yıl sonra kendileri iktidarlarının yeller esen yerindeyken hoyratça küfür etmenizdeki o tadından yenmez orgazmik coşku!

Saygı duyma zorunluluğu duyduğunuz bir kişiye bu zorunluluğunuz ortadan bir şekilde kalktıktan sonra ağzına geleni söyleme özgürlüğüdür işte demokrasi..

Benim özlemini duyduğum kaotik-demokrasi anlayışının basit bir uygulamasıdır bu :)

Eh biraz haklı olduğum noktalar da yok değil hani.. Hakkımı verin.

1 Eylül 2008 Pazartesi

Zengin kız - Zengin erkek

Neden hep zengin kız- fakir erkek veya tersi hikayeler vardır ki.. Bunu düşündüm ve zengin kız - zengin erkek hikayelerine başladım. Eğlendiriyor beni hikayeleri, en beğendiğimi de senaryo yapıcam. isteyenler msj atabilirler ama :D İnsanın yaptığı şeyi eğlenerek yapması çok hoş bir şey..

Bir de penguen'deki Dudlulu Postası'nı kaçırmamalı insan, her hafta ilk onu okuyorum. Güldürmek zor iş çünkü..

Sinemada özellikle seyirciyi ağlatmaktan kolay bir şey yoktur. Genelde aynı şeylere üzülünür çünkü. ama güldürmek, ama güldürmek.. Zor iş, zor..

Far East

Abime bunu sordum epey bir süre önce:

Neden batılılar Çin-Japonya gibi ülkelerin bulunduğu bölgeye uzakdoğu der.. neden ırak-iran-filistin ortadoğudadır da israil değildir diye. Sanki bir tür aşağılama gibi, bunda hemfikir olmuştuk sanırım. Niye ki değil mi :)

Batılı dostlarımız bunu yüzyıllarca yapıp ötekiliğe sürüklediler falan filan demeye başlayıp derin derin sebeplerini düşünecektim ki 2 gün önce çinli bir arkadaş sayesinde "ne kafama takıcam" dedim. o arkadaşa "sence neden uzakdoğu diyorlar size?" deyince, espriyi koydu kendince: doğuda olduğumuz için!

Ne düşünecem sizi be :p benim ülkem ortadoğuda olmasın diye kasarım daha iyi di mi ama..

Bir de Dünyanın şapşal jandarması olmaya çalışıyoruz şu anki halimizle. Acı acı gülüyorum. Bir de mazlumları doğru seçebilsek..

Gürcistan mazlumsa neden Amerikan amcasına güvenip eski babası Rusya'ya çattı ki? Şimdi de bebekler gibi "Gitsin o" diyor Rusya'ya.. Bize niye şikayet ediyorsun ki güzelim di mi ama..

Ben bu mazlum milletler kavramının da iyice cıvıklaştırıldığını düşünüyorum. Güçsüzlüğü kendi beceriksizliğine bağlı milletler illa ki mazlum yaftasıyla mı ödüllendirilmek zorunda..

Terörün yeryüzündeki yansıması haline gelmiş (dikkat edin getirilmiş demiyorum) Filistin, başının çaresine bakamayan doğumuza yayılmış yüzbinlerce Türkmen, hala fransasına ve italyasına başkaldırmayı beceremeyen Afrika ülkeleri ve her seferinde anavatanına küfretmeye meyilli genç nesliyle KKTC mazlumsa eğer Gandi'nin Hindistanı'yla Atstürk'ün Türkiye'si neydi? Eğri oturup doğru konuşmanın vakti geliyor artık.

Hak verilmiyor, alınıyor a dostlar :)

21 Haziran 2008 Cumartesi

nasıl yazar olunur?

Aslında tek ve standart bir cevap verilemeyecek; verilse hatta formülü bile çıkarılsa kıvamını çoğu kişinin tuturamayacağı bir şeydir yazar olmanın şartları.. İçinden taşan duyguları hissetmek ve coşkusunu yaşamakla bunları hissettirip yaşatmak arasında çok fark vardır. Peki nasıl iyi bir yazar olunabilir, eğer illa ki öğrenmek isterseniz:

Öncelikle iz bırakmak önemlidir yazılarda.. Okuyan kişinin egosuna hitap eder iyi yazar kişisi. Orijinalliği üslubundan yazısının kuvveti de gözlemleri ve tecrübelerinden gelir. Tecrübe denen şeyin yaş ile çok alakası olduğuna inanmıyorum aslında. Salt yaşanmışlıkla da değil, yaşanmışlıkların alıp götürdükleriyle ilgili. Yazar yaşamasa bile söz konusu duyguları yaşamış gibi verebilmeli ve okuyanlar kendilerinden mutlaka bir şeyler bulmalıdır, aksi taktirde doğallık da gider.

Sonra rahatsız bir ruh gerekli, hayat yumuşak yastıklarını vermemiş olmalı o yazar kişisine. Belirli bir yaştan itibaren de yazmaya hevesli biri kitap okumayı kademe kademe bırakmalıdır kendi üslubunu bulmak ve diğerlerinden etkilenmemek adına..

Ben ders kitapları dışında fazla okumam ve açıkçası bu durumu utanılacak bir şeymiş gibi düşünmüyorum. Nadiren bana perspektif kazandıracak "şeyleri" okuyorum ve bunun illa ki kitap olması gerekmiyor. "En son ne okudun" ve "ne tür kitaplar okursun" gibi soruları hiç sevemedim zaten. Kısacası ben işime yarayacak her şeyi okuyorum. Yazmanın tutku haline gelmesinin ne demek olduğunu bilenler beni anlayacalardır sanırım..

Dergilerde veya internetteki ortamlarda yazdığım zaman gelen olumlu eleştirileri ciddiye almamaya başladım artık. Gururumun okşanması hoşuma gittiği için bu tür beğeni ifadelerine muhtacım. Beğenisini ciddiye aldığım insanlar sadece değer verdiğim insanlar olur ve zaten onlarla paylaşmak için can atarım yazılarımı..

Eleştirilere de "gerçekten çok teşekkürler, bu eleştirileriniz gerçekten benim için çok önemli" diyen yazarların çoğunun da bu eleştirileri zerre takmadığını size içerden biri olarak söyleyebilirim. Neden mi? Şunun için, aslında yazarlar trajik insanlardır, hatta trajikomik bir alışverişin kahramanlarıdır. Yazılarını yazarlar, heyecan içinde beklemeye başlayıp sonra da gelen olumlu/olumsuz eleşirileri dinlerler. Okuyucuların üzülerek söylüyorum ki çoğu yazıyı bir kez okur ve beğenilerini dile getirirler. Kimse çıkıp da "ne boktan bir yazı bu, hatta berbat ötesi" demez. Çünkü hem kendileri bir eser çıkarmamanın verdiği savunma anı boşluğu ve karşısındaki kişinin ona "madem beğenemedin sen daha güzelini yap" savunmasını yapabilecek kadar bayağı olacağı düşüncesiyle beğeni dile getirip susarlar ve eserleri okumayıp "tüketmeye" devam ederler. Bu elbette ki okuyucu kitlesinin eğitimsizliğinin bir sorunudur da.. Bizler okunuruz ve tüketiliriz. Edebiyatçılar sadece kitap arkalarındaki bir fotoğraf kadar görünürdürler, senaristler jeneriklerdeki isimlerdir ve şarkı sözü yazarları da pek farklı değillerdir. "Parsayı" toplayanlar hep göz önünde olan kişilerdir. Şarkıyı söyleyen, filmde oynayanlar ile yönetmenlerdir mesela.. Ama en azından kitap yazarları bir parça "görünürdür" ve parsayı toplayanlardır.

Uzun lafın kısası; iyi bir yazar imladan-noktalamadan önce cesaret ve üsluptan gücünü alır. İnsanların egolarıyla beslendiği için onun egosuna ters gelen ve anlayamayacağı türden yapmacıklıklara ve klişelere kaçmamalıdır. Her türden eser verebilmelidir. Hep ağlatmak ya da hep güldürmek okuyucuda yazarın tekdüze olduğu inancını yaratır.
İyi bir yazar (adayı) ruhunda her zaman bir boşlukla -ne kadar çok insanla düşüp kalksa bile- her zaman bir yerinde yalnızlığı hissetmeli, öfkesinden de sevincinden de kalemine (artık klavye aslında) bir şeyler katabilmeyi ve her duygudan yararlanmayı bilmelidir.

15 Haziran 2008 Pazar

yeni başlayanlar için bayağı entellik

Açıkçası Altan ailesinden hoşlanmam, politik görüşlerinden hazzetmediğim içindir bu.. ancak Türkiye'de entel olmanın şartları hakkındaki çetin altan'ın bir yerde gördüğüm yazısından sonra yazarlıkları, gözlem kabiliyetlerini görünce kalemlerine hayran olmamak mümkün değil. İşte çetin altan'a göre ülkemizde entel olmanın şartları:

1.) bezgin, yorgun, anlaşılmamışlıktan* sıkılmış ve ille de karamsar olmak.
2.) nasılsın diye soranlara “bu memlekette nasıl olunursa öyle” demek.
3.) hiç bir şey üretmemek.
4.) üretilmiş her şeyi yargılamak ve hafifçe gerinerek onları üretenlere burun kıvırmak.
5.) hiçbir şeyi derinliğine bilmemek ama biliyormuş da, uzun boylu anlatıp açıklamaya değmez buluyormuş gibi görünmek.
6.) politikacılardan yontuculara, balıkçılardan ressamlara kadar çekiştirmedik kimse bırakmamak ve sadece camekânlı köfteciyi güzel adam olarak bulmak.
7.) aşık olup*, hem tokadı patlatan haşin erkek, hem de ayaklara kapanıp ağlayan duygusal erkek salıncaklanmasında gidip gelmek.
8.) denize düşmüş sandal çıpasını, dibe dalıp çıkartan 12 yaşındaki bir çocuğu görünce “bunu yazmak gerek” diye mırıldanmak.
9.) her şeyi ince bir nükte ile vurguluyormuş gibi, yarısı yutulmuş cümlelerle konuşmak.
10.) başkalarına ait yargıyı daima elinde tutmak.
11.) çok iş yapıp da yorulmuş gibi tatilciliği ön planda tutmak.
12.) resim sergisi dolaşmak ve bazen bir tablonun önünde durup, yanındakilere dönerek “soylu bir çaba” demek.
13.) bir yığın önemli iş önerisi uydurup, ödün vermemek için hepsini reddettiğini açıklamak.
14.) durmuş oturmuş yazarlara, sinemacılara, tiyatroculara diş gıcırdatmak ve onlara sövmek.
15.) politika konuları açıldığında, halk sevgisiyle kahrolmanın* kısık gözlü bakışlarıyla öfkeli iç çekmek.
16.) flört konuşmalarında yaşamın gerçeğini dank diye söylemek ve psikolojik analizler yapmaya kalkmak.
17.) yaşamış taklidi yapa yapa, hiç bir şey yapmadan ağır ağır yaşlanıp kaybolmak.

8 Haziran 2008 Pazar

Konumuz din olmalı bugün veya daha albenili bir sunuş yapmam gerekirse dinin kapsamı ve etkili olup olamadığı yerlere girelim biraz. İnanç lafını ağzına sakız yapmış olanlardan nefret ederim açıkçası ve şu sıralar her reklamda milli takıma yönelik şişirme inannç temalı reklamları izlemeye bile tahammülüm yok. Neden mi? Çünkü, inanç denen şey tehlikeli bir kelime olmanın ötesinde aşırısı kendine inançsızlığa çıkan bir kavram.. İnsanlar ve toplumlar ne kadar aksini iddia ederlerse etsinler, inanç ları maddiyatla değiş-tokuş edenleriz, hepimiz..
Mesela ilkokuldan beri her din kitabında bok atılan, peygamberimizin kabilesi Kureyş Kabilesi’ni ele alalım. Bu adamları biraz irdeleyeceğim açıkçası ve İslam’ın karşısında durmalarının pek de mantıksız –en azından kendi mantıkları ve dünya görüşleri çerçevesinde- olmadığını iddia edeceğim.


İslam, Hristiyanlık, Musevilik veya çoğu kitapsız din ve öğretinin temelinde ezilmişlere yönelik bir çağrı vardır. Zira kendinden yüce, her şeye gücü yeten ve ezilenlerin, fakirlerin yanında ve haksızlığın karşısında zulme başkaldıran bir tür süper güce, süper kahramana duyulan özlem en sık böyle toplumlardan çıkar. Bu güç ortaya çıkacak ve inancından, bir çeşit yakarma ritüelinden başka çaresi olmayan, başka şeye gücü yetmeyen kişilerin/toplumların kurtarıcı olacaktır. Böylece maddiyat yoksunu kavimler, ezilen insanlar bu her şeye gücü yeten kudrete kendini teslim etmenin ödülünü bu veya öteki dünyada mutlaka alacaktır. İnanmayan, bunda pragmatik bir fayda görmeyen ve ihtiyaç duymayan –ihtiyaç duyduğunu hissetmeyen,eksikliğini yaşamayan- maddiyata doymuş kavimler ise ya cezasını bulacak ya da derin boşluk içinde yaşamaya mahkum kalacaklardır.


Öğrenim hayatımız buyunca bizden çokça küfür yiyen Kureyşlilerin sorunu da tam burada çıkmakta aslında. Bu adamların geleceği Kabe ve burada bulunan putlara tapmaya gelen diğer kavimlerle yapılan inanç-veya inançsızlık da denilebilir- turizmine ve o sırada yapılan ticarete bağlı. Bolluk ve refah içinde yaşamakta, bu sebeple de herhangi bir boşluğu hissetmemekteler. Fakirler umurlarında değil, onları köle olarak alıp satmakta ve kendilerini kendilerin tanrısı konumuna sokmaktalar. İhtiyaçları olan her şeye sahip olmanın verdiği kendine güven ve gururu yaşamaktalar. Ve böyle bir topluma gelen peygamberimize bu haklarından vazgeçmemek adına türlü savaşlar açanlar da onlar.


Peki bu onları ne kadar suçlu yapar? Cahiliye devri safsatasından çok onların bu tavırlarındaki temel sebep sahip oldukşarı güç ve bolluktan vazgeçmek istememeleri. Bakın sunu söylemek istiyorum ki, şu anki gibi o zaman da para en önemli güç kaynağı ve hiç bir boşluğu yaşatamayacak kadar güçlü o zamanlarda da. Dara düşmek ve mağdur olmak gibi bir riski olmayan bu kavim de yakaracak ve çözüm dileyecek bir yüce kudretin ihtiyacını hissetmemiş o ana kadar. Bu olayı o devrin şartlarına ve bununla birlikte günümüze kadar değişmeyen bir olgunun (evet, para-maddiyat) ışığında sakin kafayla irdeleyince kızmamız lanetlememiz gerekenlerin inançsız kavimlerden çok toplumun hepsi olduğuna kanaat getiriyorum ben. Şu anki Arabistan yarımadasının durumuna baktığımızda aşırılıklarıyla ün yapan şeyhlerin hayatlarını okuyup öğrendiğinizde sanırım bu duruma hak vereceksiniz.
Ezilenler o zamanın zenginleri olsalardı bir kurtarıcıya ihtiyaçları olmazdı. Tıpkı günümüzdeki gibi. Allah’ın zenginlikle imtihan etmesinin ne kadar da yerinde bir tutum olduğunu anlayabilirsiniz bu yolla. Korunmaya gözetilmeye ihtiyacı olmayanların, kendilerinin tanrısı olmayı seçenlerin ve sahip olduğu maddi imkanlara aşırı güvenenlerin aklına bir kurtarıcı fikri gelmemiştir. Ancak şartların değiştirdiği bireyler olarak bir yüce güce yakarma istekleri bu saydığım güç durumlarına göre değişiklik gösterebilir...

--------------

Bugün bu blogda gene ciddi bir yazı yazıp kendimden sıkılmayı başardım cidden.. Hayatım yine bilinmez bir devreye giriyor. İhtiyacım olanları bulamıyorum yerinde, arkadaşlarımı da kaybediyorum. 2 ay boyunca yaz okulundayım ve bunu kendim istedim. Cebimde 3 milyonla gezinmek gibi bir huy edindim bir haftadır. Okula gidiyorum, bulduğum arkadaşlarla biraz takılıp tekrar dönüyorum. 1.5 ytl dolmuş param, gidiş-dönüş için ediyor 3 ytl... Kendini default ayarlarına döndürmek gibi bir şey. Sıfır makyaj sokağa çıkan kokoş kızlar gibi olmaya da benziyor bazen ama olsun.. Hedonistlikle nihilistlik arasında sarkaç gibi salınıyorum. 7. Cadde yüzeyselliğiyle beni büyülüyor. Yok yok, uğradığımdan değil, uğrarsam tunalıya giderim ben yahu :) Milli kütüphanenin orada dolmuş beklerken görüyorum onları. Dolmuş ve otobüsler her zamanki gibi bana ilham vermeye devam ediyor, ama çok yoruluyorum kendime spor bir araba alacak param olsa hiç durmam alırım diye düşünüyorum dolmuş her ani fren yapışında. Sonra diyorum insanlar iyi, sonra diyorum neden karşıma öyleleri çıkmıyor. İkiye bölündüm bir yanım acımayı unuttu diğeri flashbacklerle hiç unutmuyor. Siz hiç aç kaldınız mı? Ben kaldım ve uzunnnn bir aradan sonra o günü hatırladım. Aç kalmak gerçekten kötü bir tecrübe ömür boyunca unutamıyormuş insan.

30 Mayıs 2008 Cuma

odd and ends

“Bütün ölümsüz duygular sadece bir benzetmedir ve şairler çok yalan söyler”
-Friedrich Nietzsche-

Hayatlarımızı rahatsızlık duymadan ve boşluk hissi yaşamadan sürdürebilmemiz için çeşitli amaçlar taşırız veya taşımak durumunda bırakılırız. Normal insanların hayatlarından bahsediyorum tabii ki..
Sakin kafayla bir düşünün, hayatımızda boşluk hissine kapıldığımız ilk zamanlar(tabii o yaşlarda bu hisse anlama veremiyor olabiliriz) okul öncesi ve kendimizi anımsadığımız döneme denk geliyor bence. Oynamakla, beslenmek ve korunup kollanmakla geçen bir dönemden kendi hayatımızı sorgulamaya başlamadan birden okula başlıyoruz. İlk amacımız ve boşuk giderenimiz de bu okul konsepti oluyor.. neredeyse 20’li yaşların ortalarına kadar –başka hiç bir amacımız olmasa bile- dersleri geçmek ve bize verilen emekleri geri döndürme amacıyla yaşamaya başlıyoruz. Mezuniyetten sonra –veya önce- bir hayat arkadaşı bulup evlenip yuva kuruyor (dikkat ederseniz kariyer amacına girmedim zira evlilik ve akabinindeki amaçların yanında bana sönük ve depresif hatta yıpratıcı bir amaç olarak geliyor )
Yuvasını kuran insanın çocukları da olunca ana amacı olan bu “çocuklara gelecek kurmak” motivasyonu da daha önce belirttiğim zayıf amaç kariyerin “şekillendirici amacı” oluyor. Peki çocukları olamayan insanların amacı ne olabilir? Ya kariyerlerini ana amaç haline getiriyorlar ki bana göre mutsuzluklarının ateşine ara ara odun atmakla eşdeğer bir olay. Veya ana amaçları bir çocuk sahibi olmak oluyor ve bunun için kaynaklarını seferer ediyorlar.
Çocuklara gelecek vermekle geçen bir ömrün ardından, kariyerlerinin de sonuna gelen insanlar, artık ömürlerinin de sonuna geliyorlar ki, bu oldukça mantıklı bana kalırsa. Zira kalan ömürlerinin azlığı uzun süreli bir amaçsızlığa ve boşluğa girmek için fazla bile..
Hayatımızı şekillendiren de, çekilmez kılan da bu amaçlarımız. Bizi yönetiyorlar, içimize işleyip gerçekte ne olduğumuzu, en büyük korkularımızı, en saklanmış açığa çıkmaz denilen gizlerimizi su yüzüne çıkarıyorlar. Amaçlarımız olmadan bir hiçiz. Durgun bir derede, yazın öğle sıcağında sürüklenen bir odun parçasından farksızız. Nereye gittiğimizden bile habersiziz ve zaten önemi de yok amaçsız.
Bunu bilmemkaçıncı finalime çalışırken, gecenin en köpek ulumasına karışan zamanında düşünüyordum. Pencereyi açmıştım içeri biraz “ses girsin” diye sanırım.. Yanımda olan, bana destek olan sahip olduğum tek şey ailemdi. Zaten abimle kalıyorum genelde ve annem ve babam da 2 hafta kadar önce gelmişti. Nefes almakta zorluk çekmeye başlamıştım ara ara. Aşırı baskı ve stres altında olduğum durumlarda olur bu aslında sadece. Geçen bir buçuk hafta projelerin, ödevlerin ve sınavların çok ama çok yorucu bir kombinasyonuyla mücadele ettim. İşte o zamanda yanımda olan tek varlığın ailemin üyeleri olmasından dolayı burkuldu içim biraz aslında. Beni sevdiğinden emin olduğum (beni seven demiyorum, beni ben olduğum için seven-) benim de sevdiğim (çıktığım veya türevi bayağı ilişkilerden bahsetmiyorum, aşkın hissizleştirlimiş olmayan versiyonunu kestediyorum ki açıklayacağım ne olduğunu) bir insanın yokluğunu hiç bu kadar çok hissetmemiştim. Aslında beni arayan biri vardı ancak içimden onu geri aramak hiç gelmedi. Zira içinde aşk veya şöyle söyleleyim çift taraflı aşk yoktu.

Finallerimden sonra da kısa süreli amaçsızlığa düşmenin yaşattığı boşluk hissimin ikinci gününde, biraz kendime güvenim gelince aklımdam geçenlerin doğruluk payı beni ürpertti inceden inceye. Şimdi ben Türkiye’nin en iyi okullarından birinin mühendislik fakültesinden mezun olacağım ilerde ve iyi bir maaşla çalışma ihtimalim de oldukça yüksek olacak. Bu da hatırı sayılır bir para ve sempati uyandıracak bir mevki demek olacak. Bunula birlikte ailemin sahip olduğu elverişli maddi durum da beni bir tür cazibe merkezi haline getirebilecek. Kendini beğenmişlik diyebilirsiniz buna açıkçası umrumda olan bir şey de olmaz bu düşünceniz; çünkü kendimi beğendiğim ve kesinlikle tevazu gösteremeyeceğim konuları maddi olanlarda seçen biri değilim.
Konudan konuya atlıyorum ve aslında bu da hoşuma gidiyor.. Nerde kalmıştım? Kendimi kadınların gözünde cazibe merkezi haline getirmiştim. Gelin görün ki kadınların gözünde anlattığım türden bir cazibe merkezi haline gelmem benim okuldan sonraki ana amacım için pek de iyi olmayacak. Karşımdaki kızın (kadın demeyelim, yaşlılık belirtiyor değil mi) benimle birlikte olma amacını ve tahmin edebileceğiniz gibi bana olan aşkının kaynağının ne olduğunu asla güvenilir bir şekilde bilemeyeceğim. Galeceğimin parlak olması mı, mesleğimin cazipliği mi, parasal durumum mu, 4 tekerlekli araçlarım mı veya taşınmaz mallarım mı... Çok klasik olacak ama “beni ben olduğum için bana yaklaşan bir insana kalbimi açmam” benim için pek kolay olmayacak. Ena zından benim için. Hiç bir zaman gerçek niyetin aşk olduğundan emin olamayacağım.
Çok mu saldırmış oluyorum karşı cinse? Herkes böyle değil diyebilirsiniz ve inanın size hak verebilirim; ama... İşte o “ama” bu anlattığım duygusuzlaştırılmış aşktan korkumu belirtiyor. Bir taraf sevecek ama karşı taraf bundan asla emin olamayacak. Çok büyük bir tehlike..
Bu yüzden ben bundan sonraki ana amacımın peşinden koşmayı bırakmaya karar verdim. Kendimi ve duygularımı nadasa bırakma yoluna gitmek istiyorum aslında. Her şeyin "farkında" olarak yaşayacağm sanırım. Diyorum ya, birini “o” olduğu sadece “o” olduğu için sevmek daha genç yaşlarda olan bir şey. Sizinle doğup,büyüyen bir şey. Hayatın karşına çıkarmasından öte, ikinizin birbirinizin yolunu kesmesi gibi bir şey. Aynı yere gitmekten öte aynı yerde kalmak istemek gibi bir şey.
Peki ben amaçsızlığımın boşluğuyla nasıl mücadele edebilirim? Korkmayın kariyer yapmam heralde, beni “ben” yapan yeteneklerime yoğunlaşmam kuvvetle muhtemel..

29 Mart 2008 Cumartesi

23 Mart 2008 Pazar

Ama yüreklilik en iyi öldürendir, saldırgan yüreklilik: ölümü dahi öldürür o; çünkü der: "Bu muydu hayat? Peki öyleyse! Bir daha!"

Nietzsche

Dün akşam okuldan Sıhhıye servisiyle dönüyordum. Eski maltepe pazarının oradaki durakta inecek ve Güvenpark'a gidecektim her zamanki güzergahların biriydi bu. Ama bir değişiklik yaptım ve her zamanki gibibir çay bahçesinin arasındaki yoldan gitmek yerine az daha yürüyüp aşağıdan saptım ana kaldırıma.. Küçük bir değişiklik yaptım yani. Yürürken yolun karşı tarafını da seyrediyordum bir yandan. 3 senedir az çok yürümüşlüğüm olan bu güzergahtaki hiç bakmadığım karşı kaldırım ve dükkanlarına baktım arada.. "monamour night club-gazino", "şela halıcılık", "Onur çarşısı" ... İlk kez görüyordum bunları. İçimde anlam veremediğim bir kendine güvenle yürüyordum. Ufak bir değişiklik mi yapmıştı yani bütün bunları? Öyleydi sanırım..

Sonra -hiç yoktan- yazdığım ilk aşk mektubunu hatırladım. Eve gelince tabii.. Kendimle yalnız kalırken düşünmedim yani. Hani filmlerde olur ya, kişi şöyle afilli bir uzak köşede kendisiyle yalnız başına kalır. Bir deniz kenarında yılık bir bankta veya ne bileyim ona benzer sükun bir yerlerde.. Hah işte öyle bir yerde değildim yani ve uzun uzadıya düşünmek için de öyle yerlere ihtiyacım yoktu. Sevmediğimden değil, böyle yerler bulduğum anda düşünmek adına tüm hevesimin kaçmasından..
Ne diyordum? evet evet ilk aşk mektubumdan.. İlk kelimesi kandırmasın, o mektup geçen dönem yazılmıştı daha. Tam olarak neden böyle bir şey yaptığımı da bilemiyorum. İçimden geçenleri kusmam gerekiyordu ve böylece rahatlamayı düşünüyordum sanırım.. İlk kez sevmiyordum ama ilk kez böyle hissediyordum. Kelimelerle aram iyidir.. O mektupta da iyiyidi. Ama mektubun cevabını bir hafta sonra kendi isteğimle almak zorunda kalmam da epey ağrıma gitmişti. Bunu mektubum haketmiyordu ve bundan da çok üzen şey yazdığım kızın da böyle şeyleri haketmediğini anlamam oldu. Ben değer vermiştim ve çok değer vermemin farkedilmesinden dolayı değer verilmemiştim. Bu olayı bundan daha iyi açıklayacak olanı inanın ki ödüllendiririm. Bundan sonra hayata tecavüz edesim geldi, sarhoş olup sonradan pişman olacağım şeyler söyleyesim geldi. Ama sonra küçük bir değişiklik oldu ve bir kızla çıkmaya başladım. Sonra da ufak bir değişiklik daha oldu ve her şey alabora oldu. Bitti. Bundan sarsılmadım bile. Kendimden nefret ettim bu yüzden. Neden üzülmedim bile? Aşk bittiği için mi, sadece sevgimiz şekil değiştirdiği için mi, çok kırıldığım için mi yoksa aslında ortada ikisi de olmadığı için mi?

Şimdi değiştiğime inanıyorum, en azından gerçekten sevince insan yapacağının sınırı yok ve her şeyi göze alıyor bunu yaşadım bunu öğrendim..

Değişmeyi göze almaya gerek olmadığını öğrendim. Farkında olmadan değişiyor insan çünkü, gözde büyütülecek bir tarafı yok.

Gözde büyütmemeyi öğrendim, çünkü korkuyu doğurup büyütüyor.

Korkmamayı da tam öğrenmeye çalışıyorum ve hiçbir dersini asmaya niyetim yok, dersin devam zorunlulugu olmasa bile..

25 Şubat 2008 Pazartesi

Yoklukta hiçlik

dune 2000
red alert 2
command & conquer

oynadığım tek-tük savaş oyunlarından bazılarıydı bunlar.. gerekli altyapıları hazırlayıp sonra da silah-asker-savaş aracı oluşturup düşmanlarınızın üzerine saldırma temalı oyunlardır bunlar genelde. Oynadığım hiçbir savaş oyununda hile yapmadığımı hatta hile kodlarını girmeden oyundan zevk aldığımı hatırlamıyorum. hiçbir zaman da bu tür oyunlarda hile yapmaktan dolayı kendimle dalga geçmedim, "bir oyunu da hileyle oynayamıyorum" diye kendime serzenişte bulunmadım. Hangi savaş zaten hilesiz kazanılabilir ki? Bunu soruyorum kendime.

Keza politika da öyle. Bu ülkeden gitmez isem şayet ve kalırsam, bunun tek sebebi kalıp politikaya atılmam olacak. Bir tür savaş zaten politika da.. Kirlenmeyi göze almak, eline kan bulaştırmak! Ne için? Temiz yarınlar ve temiz insanlar için.. Bunda herhangi bir ironi yok ve kalp krizi kadar ciddiyim açıkçası..

İnsanlar ne için savaşır? Özgürlük, adalet,sömürmek,kişisel hırsları için ulusları harcayan politikacılar, toprak,su,petrol,gelecek??

İnsanlar ne için politika yapar? Özgürlük, adalet,sömürmek,kişisel hırslar, gelecek??

Savaşan gibi politika yapan da kirlenecek.. Kirlenmek zorunda kalacak.. Bundan pişmanlık duymayacak.. Kendine alternatif bir ahlak anlayışı belirleyecek.. Her türlü pisliği yapacak.. Bu pislikleri kendi ulusunu pisliğe bulaştırmak için çabalayanlara karşı yapacak, ülkesinin insanının mağrur ve alnı ak yaşaması için yapacak. Bencil olacak ama bu bencillik bir tür bizcillik olacak- kendi insanı için bencil olacak. Sadece kendi insanı için.

Yoksa çok mu ağır konuşuyorum?

Devletleri yönetenlerin kirlenmesi gerektiğine inanıyorum. Çok büyük bir sorumluluk uğruna geri kalan her şeyin bir hiçliğe terkedilmesi gerektiği kiminize akıl dışı da gelebilir.. Barış-ülkelerin kardeşliği, birliği ve huzur gibi iddialarla gelebilirsiniz bana. Peki bu klişe yargıların insanımızın insanca yaşaması ve Dünya üzerinde başı dik dolaşmasına olan etkisi ne derecede? Evrensel bir iyi-kötü tanımının olmadığı, olamayacağı; siyah ve beyazdan çok grinin kol gezdiği bir dünyada, iyilik adına -kötülük edene- kötülük ve kısasa kısas taktiği pek de rezil gelmiyor bana. Zira, dişini gösermeyen aslanlarla fareler bile alay edebilmekte.

6 Şubat 2008 Çarşamba

Sozluk

www.odtusozluk.net

"spooky" nickiyle yeni başladığım ve uğruna blogumu bile ihmal ettiğim bir oluşum.. Girdiğim her entry'm sonunda acaba beğenilecek mi, kimden yorum gelecek diye heyecan duymaya başlayalı bırakamıyorum.. Mesaj kutuma ve entry'lerime oylarla birlikte bazen gelen yorumlara bakmak beni neşelendiriyor.

Bilkent Koza'nın 3. sayısı da bu pazartesi ellerinizde olacak.

Yeni başlayanlar için avuntu

" Ne kadar aptalız, hayat yanıbaşımızdan akıp gidiyor. Ne kadar geri çevrilmiş davet, ne kadar söylenmemiş söz ve ne kadar karşılaşmamış bakış var..."

-- Cahil Periler --

İçimizdeki ses bazen gerçekten de doğru olanı ve yapmamız gerekeni söyler. Kalbimizde, hislerimizde ve açıklamasını getiremediğimiz gizemli bir şekilde, bir rahatsızlık duyarız ve kendimize "gerçekleştirmeliyim bunu kesinlikle" deriz.

İçimizdeki ses yapmamız gerektiğini söyler ama nasıl yapabileceğimiz konusunda pek de cömert değildir nedense.. Zor kısımdır asıl bundan sonraki: Nasıl?

"Nedeni olan nasıla katlanır" der Nietzsche.. Peki katlanamıyorsak ne olacak? Avuntu? Keşke'ler?

Hayallerinin peşinden gitmeyi göze alan insan, hayalkırıklığını da aşağılanmayı da hafife alınmayı da ve ket vurucuları da gözönünde tutmalı.. Nasıl söyleyeyim; bir tür temiz kalbin yaratıcılığına sarılmalı.

22 Ocak 2008 Salı

Hayatımız boyunca, şu ana kadar, kim bilir bizi mutlu edecek kaç fırsat elimize geçti; kaçını değerlendiremedik; kaçını değerlendirecek cesareti kendimizde bulamadık; kaçı için çabalayamadık ve en acısı kaçının farkına bile varamadık..

16 Ocak 2008 Çarşamba

ama ben seni..

http://www.yedigunyildizlari.com/ygy/Profile.action?pUid=235

oylarınızı bekliyoruz :P

biliyorum iyi bir oyuncu değilim ama idare edin artık..

9 Ocak 2008 Çarşamba

finaller, hayat falan derken uzunca bir ara vermişim, hem de epey çok
ama..
benden umudu kesmeyin :)