22 Eylül 2008 Pazartesi

suum cuique

Gözlerim yanıyor çoğu zaman bilgisayar başında. Şimdi olduğu gibi.. İhmal de ediyorum bu köşeyi alışkanlık haline getirmiş gibi adeta hem de.. Hayatı ihmal ediyordum bu aralar, böyle de sağlam bir bahanem var.. Depresyonda değilim, kadere isyanım yok, dünyanın yükü de omuzlarımda değil; ama düşünüyorum kendimi ve geleceğimi bazen ve endişeleniyorum hiç yoktan.. Olmam gereken miyim yoksa olmam istenen miyim? Ve hangisi benim için daha uygun?
Bir hafta önce okula bir arkadaşıma gitmek için Bahçeli durağında servisi beklerken servisi kaçırdım. Evet başardım bunu.. Gelen servislerin hepsi doluydu ve o kadar yolu ayakta gitmeyi göze alamayacak kadar miskin bir halde olduğum için 2 servise de binmedim ve başka gelmediği için öylece kalakaldım duraktaki beş-on kişi gibi. 1 saat beklemeyecek kadar sabırsız biri olduğum için biraz (bana göre) ötede olan Bilkent otobüslerinin geçtiği durağa doğru yürüdüm.

Durağa geldiğim zaman simaları, çirkinlik,güzellik gibi kavramlarından öte varlıkları bile anlatacağım anıma etki etmeyeceği için es geçtiğim bir kaç insan dışında yaşlı bir teyze ve onun yanındaki genç oğlan ile bir kadın dikkatimi çekti. Aslında dikkatimi çeken tek şey (yaşlı olmayan) kadının yüz ifadesiydi. Devamlı sırıtma halindeydi.. Bu hali bende ilk olarak onun zihinsel engelli olma ihtimalini getirdi. Daha sonra belki de epeyce saf biridir diye düşündüm. Bu çelişkimin sebebi görünümünden dolayı yaşı hakkında bir fikir yürütemememdendi. Bakımsız, pejmurde bir haldeydi. Saçları kısa kesilmişti ve ense kökünde biraz uzattığı saç kuyruğu vardı. Onu çocuklaştıran şeylerdi bunlar... Bana bakıp gülümsediği zaman ona ve kimseye belli etmediğim bir hafif korku hissettim kendimde. Neden hissettim ki bunu.. Bundan dolayı şimdi bile kızıyorum kendime. Farklı olan tarafın dikkatini çekmem ve bunu diğer insanların da farkettiğini düşünmem, bunun da beni küçük düşüreceğine olan inancımdı elbette.( Bu düşünce hayatta her şekilde kendini değişik çeşitlerde ve değişkenlerle gösteren bir durum aslında, bunu da bilin, korsan sosyoloğunuz olarak açıklıyorum)

Hava sıkıntılı ve bulutluydu o anda.. Güneş arada yüzünü gösteriyordu parça parça bir yerlere vurarak.. Hani bazı havalar vardır ya, aynı anda yağmur da fazla ıslatmayarak yağar ve havanın bu haline şaşıra şaşıra yolunuza devam edersiniz içinizdeki sebepsiz sıkıntı hissiyle. Ve sanki o hava – yağmur,güneşin durumu ve loş yeryüzü- sahip olduğunuz her küçüklü büyüklü sıkıntıyı hatırlatır size. İşte öyle bir havaydı tam da.. Ama o günışığı parçaları sadece o kadının(veya genç kızın veya çocuğun) yüzüne vuruyordu. Baktıkça, arada kaçamak gözlerle yine bakıyordum yüzüne.. Devamlı sırıtıyordu çevresine. Onu en küçük şeyler bile –sanıyorum- mutlu ederdi kendinin az farkında olarak yaşadığı bu hayatta..

Kabullenmişlikte bile az da olsa bir erdem vardır aslında.. Bir tür işe yaramaz ya da sadece kişinin kendi işine yarayan ve diğerlerine anlatsa da onların anlayamayacağı bir bilgelik.. Acı ve yorucu tecrübeden doğan kolu bacağı olmayan bir çocuk gibi. Mesela ben okulumdaki sınıflandırma yapmaktan çekinmediğim bir gürühun daha önce kızdığım, dayanamadığım ve görmek istemediğim dejenere ve aynılıkla bayağılığın yoğurduğu davranışlarını artık kabulleniyorum. Bu beni güçsüz yapar mı? “Ben bunları engelleyemem, yanlışlarını söylesem bile beni takmazlar ki..” desem ben cesaretsiz olur muyum?

Benim hoşlanmadığım ve sizin hoşlanıp hoşlanmadığınızı bilmediğim türde insanlar şimdi de varolacak gelecekte de.. en basit örnek olarak onları verdim concon,tiki tayfayı yani. Size rahatlıkla söyleyebilirim ki hem onlar hem de sevmediğiniz tür insanlar toplumda hep varolacak ve siz “görüşmem, görmem, samimi olmam” diyerek hiçbirinden kurtulamazsınız. O zaman ne yapıyoruzzz, gördüğümüzü öldürüyoruzzz! Yok o da değil elbette ki, bazılarımız tahammül edemediğimiz belki de bir veya birkaç kişi hakkında böyle düşünmüş olabiliriz, ayıp da değil – çaresizlik.. Sonu gelmeyen şeylerden kaçarak kurtulma düşüncesi saçma gelir bana hep. Mücadele etme de klasik ama kötünün iyisi bir yöntem..

Peki erdemlerimizin bize her zaman kalkan olacağından emin miyiz?

Sorsanıza kendinize: “Ben hiç hayalkırıklığına uğradım mı?” diye..

Sorsanıza kendinize “Ben hiç aptal durumuna düştüm ve sebebi değer vermem olabilir mi” diye..

Hayat adil mi?

Bir kere bile olsun bundan şüphe duydunuz mu?

Kaçacak limanlarımız var mı?

Size sevgiyle bağlı biri..

O sevginin kaynağından ve amacından hiç şüphe duydunuz mu?

Sevdiniz mi?

Sevildiğiniz mi?

Size duyulan bir sevgiyi haketmediğinizi düşündünüz mü hiç?

Kaç kişinin hayatına ve kaderine ortak oldunuz?

Ne kadar güvendiniz?

Ne kadar korktunuz?

Kaç defa “bir daha asla” dediniz?

Kaç defa o sözleri bozdunuz?

Hiç en sonunda “ailem bana yeter” diye kendinizi, tüm hayalkırıklıklarınızdan sonra onların yakınına atıp, belli bir süre onların yanında gereğinden fazla kaldınız mı?

Veya bir aileniz var mı?

...

O kadın (veya kız veya çocuk) mutsuzluğu ve hayalkırıklığını yaşayamayacak kadar az toplum içine çıktığı için monoton ama hep güldüğü mutlu bir hayatı yaşıyor bana kalırsa..

Hiç yorum yok: