20 Aralık 2007 Perşembe

Soluk mavi nokta




"Uzayın derinliğinden bu resmi çekmeyi başardık; eğer bu resme dikkatlice bakarsanız, bir nokta görürsünüz. O noktaya tekrar bakın. İşte o nokta burasıdır. Evimizdir. O nokta biziz. Sevdiğiniz herkes, tüm tanıdıklarınız, adını duyduklarınız, gelmiş geçmiş tüm insanlar hayatlarını o noktanın üzerinde geçirdiler. Türümüzün tarihindeki tüm sevinçlerimiz ve acılarımız, kendinden emin bin çeşit inancımız, ideolojimiz ve ekonomik öğretimiz, her avcı ve her yağmacı, her kahraman ve her korkak, uygarlığımızın mimarları ve tahripçileri, her bir kral ve her bir köylü, birbirine aşık olan her genç çift, her anne ve her baba, umutları olan her çocuk, her mucit ve her kâşif, ahlak değerlerini öğreten her öğretmen, yozlaşmış her politikacı, her bir "yıldız", her bir "yüce önder", her aziz ve her günâhkarın tamamı, işte orada yaşadı. Bir güneş ışınında asılı duran o toz zerreciğinde.


Dünya, dev bir evrensel arenada yer alan çok küçük bir sahnedir. Bütün o komutan ve imparatorların akıttıkları kan göllerini düşünün; şan ve şeref içerisinde, bu noktanın küçük bir parçasında kısa bir an için efendi olabildiler. Bu noktanın bir köşesinde yaşayanların, başka bir köşesinde yaşayan ve kendilerinden zar zor ayırt edilebilen diğerleri üzerinde uyguladıkları zulmü düşünün; anlaşmazlıkları ne kadar sık, birbirlerini öldürmeye ne kadar istekliler, nefretleri ne kadar yoğun.


Bu soluk ışık noktası, bütün o kasılmalarımıza, kendi kendimize atfettiğimiz öneme ve evrende öncelikli bir konuma sahip olduğumuz yolundaki yanlış inancımıza meydan okuyor. Gezegenimiz, çevremizi saran o büyük evrensel karanlığın içerisinde yalnız başına duran bir toz zerreciğidir. İçinde yaşadığımız bilinmezlik ve bütün bu enginliğin içerisinde, başka bir yerden yardım gelip bizi bizden kurtaracağına dair hiçbir ipucu yoktur.


Dünya; şu ana kadar yaşam barındırdığı bilinen tek gezegen. En azından yakın gelecekte, türümüzün göçebileceği başka hiçbir yer yok. Evet, ziyaret ediyoruz. Ama henüz yerleşemiyoruz. Beğenseniz de beğenmeseniz de, şu an için Dünya yaşadığımız yer.


Gökbiliminin alçakgönüllü ve kişiliği geliştiren bir deneyim olduğu söyleniyor. Bana kalırsa, insan kibrinin akıl dışılığını küçük Dünyamızın uzaktan çekilmiş bu görüntüsünden daha iyi gösterebilecek bir şey yoktur. Bu görüntü, bildiğimiz tek evimiz olan bu soluk mavi noktayı birbirimizle daha içten paylaşmamız ve koruyup şefkat göstermemiz gerektiği konusundaki sorumluluğumuzun altını çiziyor."


Carl Sagan, Soluk Mavi Nokta (Pale Blue Dot), 1994


Carl Sagan'ın kitaplarından en az birini okumanızı, yapamıyorsanız en azından The Contact'ı izlemenizi tavsiye ederim.

15 Aralık 2007 Cumartesi

ama ben seni...

Bir saatte ve bir biranın özel katkılarıyla yazmıştım senaryosunu.. "ama ben seni..." bugün çekildi ve her türlü talihsizliğe rağmen çekmeyi başardığımız güzel ve eğlenceli bir film oldu. Nietzche haklıymış.. Öldürmeyen şey güçlendiriyor. İnsan küllerinden pek bir canlı doğuyor

8 Aralık 2007 Cumartesi

"Hayatını tekrar tekrar aynı hayatı yaşayacakmışsın gibi yaşa, istemediğin bir durumla karşı karşıya kalmışsan ve buna boyun eğiyorsan, diğer hayatlarında da aynı şeye boyun eğeceğini düşünerek, sen en güzeli boyun eğme, bu böyle gitmez; bir şeyi çok mu istiyorsun, ama buna cesaret edemiyor musun, diğer hayatlarında da bu şeyi çok isteyip hiç bir zaman cesaret etmediğin için ulaşamayacaksın, o yüzden sen en güzeli aş kendini, yap yapmak istediğini ki sonunda en mutlu şekilde yaşayabileceğin bir kısır döngü oluşturabilmiş ol. "

ve

"...hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür, bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam : "bu köprüyü geçip bana gelir misin?" işte o anda artık bunu istemeyiverirsin, sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın. o andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer, bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama o küçücük köprüyü düşündügünde sözcüklere sıgmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın... "

Friedrich Nietzsche

1 Aralık 2007 Cumartesi

Umudun uygulanabilirliği üzerine...

Doğru zamanın aslında yanlış zaman olabileceği düşüncesi. Zihinlere ve sağlıklı düşünmeye ket vuran sabahlar, sık sık öğlenler, biraz da akşamlar. Geceleri herkes uyumuşken, şehir bile horlarken ve düşünecek daha az yorucu çok şey varken düşünülen insanlar, korkular, beklentiler...

İyi olan her şey zaten kapılmıştır ve doğru olmak için çok "iyi" ler. Çok güzel olanlara kuşkuyla yaklaşılırsa , ona sahip olabilme umudu ve hevesi nasıl olur da kuvvetli kalabilir?

Her hayalkırıklığı umudun gözüne kaçan bir çeşit yabancı cisimdir, ayakkabının içine kaçan küçük taş parçalarından biridir. O amaca yönelik umudunuza, o umudun uygulanabilirliğine karşı olan küçük veya büyük engellerdir. Küçüklüğünü ve büyüklüğünü belirleyen ise kendimize duyduğumuz güvendir. "Zaman" aleyhimize işler çoğu zaman. Tereddüt umudunuzun kolundan çekiştirip onu engelleyen, "yahu ne yapsan olmaz ki zaten" diyen kıskanç arkadaştır ve kıskanç arkadaşlardan bir an önce kurtulabilmemiz yararımızadır.

27 Kasım 2007 Salı

Wonderwall

Biliyorum 2. kez postalıyorum bu şarkıyı ama... İçimden geliyor bugün bu şarkıyı yayınlamak.Bugün tek dinlediğim şarkı buydu, bilemiyorum kaç kere..

17 Kasım 2007 Cumartesi

Zero sum

Love all, trust a few

-William Shakespeare-

Geçen 3 hafta ve özellikle bu bir hafta sınavların olanca ezici stresinin yanında birtakım başka başka olaylar sebebiyle kendimi oldukça değersiz biri gibi hissettim. Ufaldım ufaldım ve nokta halini aldım. Bana değer vermeyen ama çok değer verdiğim insanların benimle oynamalarına izin verdim. Hem de bunlara bile bile göz yumdum, -aptal gibi- belki gerçekten de sebepleri budur diyerek hayra yormaya çalıştım onların bu tavırlarını. Hakettim bunları, çünkü gerçekten o insanlara değer verdiğim için beni uyarmaya çalışan arkadaşlarımı dinlemedim ve kendim kaşındım. Ama haketmedim bunları çünkü ben gerçekten içimden gelerek o insanlara değer verdim, çokça tolerans gösterdim.

Bazı şeylere inancımı yitirdiğim git gide anlıyorum.. Insanın kalbinin paslanması ve taşlaşması onun elinde olan birşey değil. Yaşadıkları, haketmedikleri, hayalkırıklıkları ve yıpranmışlıklarının net toplamı.

7 Kasım 2007 Çarşamba

3 servisiyle (Tunus-Merkez) okula staj raporunu teslim etmeye gidiş- 20.50 servisiyle (Sıhhıye-Merkez) servisiyle eve dönüş. Giderken güzel giyimli hayat kaygısı fazla düzeyde olmayan güruhlar dönerken ise tam tersi.. Dönerken sıhhıye servisinde yol-daşlarım genel olarak okul içi veya çevre Doğramacı kuruluşlarında çalışan kişilerdi. Bu aralar bana çok oluyor, bazen kafamı cama doğru çevirip öyle kesiyorum ki ilgimi dış dünyaya düşüncelere dalarak bi sonraki adım astral seyahat olacakken uyanıverior zihnim tekrar dış dünyaya.. Bugün uyandıktan sonraki ilk düşüncem şu oldu: Acaba bu otobüstekilerin kaçı hayatında en az bir kere ananas yedi?

Kaçı sahip olduğu hayatı haketmeyip daha iyisini hakediyor aslında; ve buna bağlı (evet bağlı) olarak Tunus servisindekilerin kaç tanesi hayatı boyunca en az bir gününde açlığı hisseti? Ve kaçı sahip olduklarını haketmiyor?

Hani derler ya insanın kişiliği (bundan kasıt kişiliğinin gücü, eğer ölçülebilen bir erdemse ve erdemler ölçülebilirse) zengin olduğu zaman kendini gösterirmiş ve aslında zenginlik bir çeşit imtihanmış!

Ben şuna inanıyorum ki zenginlik veya fakirlik tam manada bir imtihan ölçütü olarak eksik kalmaktadır. Ve iddia ediyorum ki insanın kişiliği ve gerçekte olduğu kişi hayatındaki iniş- çıkışlarla ölçülebilir. Fakirken zengin, zenginken fakir; mutluyken mutsuz, mutsuzken mutlu ..(size fikri verebilecek örneklerden fazlası lügat parçalamak olacaktır ancak)

Gerçekten de hayatın tümünü bi kenara bırakın ,sadece bir günün birbirinden ayrık gibi görünen iki kesiti bile bakanlar değil görenler için ne kadar da zihin gıdıklayan detaylarla dolu.

Kim bilir; acaba hakedenler mi çok az yoksa haketmeyenler mi çok fazla.

31 Ekim 2007 Çarşamba

What an Interesting phenomenon

Bu aralar kendimi çok yıpratıyorum. İşin ilginç yanı kendimi ve kalbimi dinlendirmek için yaptığım şeyler beni hepsinden fazla yıpratıyor sonunda.. Blogu ihmal ediyorum bu bir gerçek ama insanın sevdiği birini ihmal ettiğinin farkına vardığı andaki pişmanlığı gibi bir şey hissediyorum yazmadığım her gün.

30 Ekim 2007 Salı

Bugün neden Nip/Tuck izlerken asla afallamadığımı, neden annem gibi her şeyi içime attığımı ve neden babam gibi olmam gerektiğini öğrendiğim gündür

8 Ekim 2007 Pazartesi

Pazartesilerimin kabusu haline gelmesine ramak kalmış derse bugün girmek için epey çaba harcadım ve değdi de.. Ders sunumlarla ilgili ve dersle alakam bile olmasa hocanın sorduğu her soruda doğaçlamamla doğru cevaplar verebiliorm.
Sabah 8.40 da o derse girdim bugün ve yoklama kağıdında bir şey dikkatimizi çekti hemen. Geçen hafta gelemediğim iki ders için ayrılan boşlukların birini hoca kapatmamış. Hemen doldurdum o bir saati de çünkü devamsızlık sınırı 6 saat ve benim onu doldurmadığım taktirde devamsızlığım 4 olacaktı. İmzayı attım ve yanımdaki “mühendis” arkadaşıma verirken bana “oh valla 1 saat kazandın yani” dedi. Sesinin tonundan hoşnut olmadığı belliydi. Dersleri hiç sallamayan bir adam olsam bile bu ani ve gereksiz “hak yerini bulmalı” serzenişini kabul etmem mümkün değil; kaldı ki geçen hafta gelmeyi istememe rağmen gerçekten uyanamamıştım ve bu bir saatlik kazanç benim için önemliydi. Böyle tavırların sebebini 4. senemde bile çözebilmiş değilim...

Ne yazacağımı da bilemiyorum açıkçası.. Okulda sizin ciks, tikky dedğiniz insanlara aslında acıyorum ben bu aralar. Bir seferinde düşünmüştüm bunu uzun uzun. Bu sabah serviste epey alımlı bir kızın cep telefonu çaldı. Arabesk bir şarkıyı melodi yapmış. Diyeceksiniz niye acıyorsun ki, sebebin ne, yani nedir? İnsanların sahip oldukları ve bu dünya yüzeyinde milyonlarca insana asla nasip olamayacak imkanları, parayı ne bileyim şunu bunu diğer insanlara benzemek, onların yaptıklarının aynısını yapabilmek, giyebilmek ,sürebilmek uğruna çarçur edenlere başka ne yapabilirim ki..
Abim de eve LCD alacam diye beni sevindirip (televizyon bozulup duruyor) ani bir manevrayla yazlığa kaçtıktan sonra, bu perşembeye kadar evde yalnız başıma kalakaldım.. Yalnız kalmak bana göre değil, bu kendini çok belli etti. Bir yer bu kadar sessiz olabilir mi? Abimin gittiği gece elektrikler kesiliverdi, geçen cumaydı, unutmak mümkün değildi :)

2 Ekim 2007 Salı

Heaven help me

Bugün bir saat ders var ve 10.40 dersi için 8.30 da uyanıyorum. İç organlarımı bahçe makasıyla kesiyorlar sanki ve saçlarım gene darmadağın. Sanki gece boyunca kafamda onlarca adam yürümüş gibi. Aynaya bakıyorum, gözlerim şişmiş. Saçlarımı normale döndürmem yarım saatimi alıyor. İnşallah bir gün saçlarıma istediğim şekli verebilecem..

Dersteyim. Hoca quiz yapıyor. Herkes birbirine bakıyor, kimse konuyu anlamamış. Tamamen doğaçlama yapıyorum. Yanımdaki bir arkadaşım benden geçiriyor. "Aynısını yazma, değiştir biraz diyorum."

Rektörlükten durağa yürüyorum. Bahçelide iniyorum. Dolmuşa atlıyorum. Dolmuş da hakikaten dolmuş. Yeter lan artık alacam babamdan arabayı, sürünüorm be diyorum içimden. Bayanın biri defterlerimi tutmayı teklif ediyor, şaşırıyorum. Minnet doluyum. O an dolmuştan inse ve "Gel bakalım, ben pazara gidiorm, masraf görücem sen de poşetlerimi taşıcan " dese yapmaya hazırım. İniyorum dolmuştan (masraf görmeye değil :P ) Eve doğru yürüyorum.. Bir gazete alıyorum. Asansöre binerken Banu Alkan vari komşumuz köpeğiyle geliyor. Köpek havlayınca da "Sus bakiim, abi kızacak şimdi" diyor. Ben o itin nerden abisi oluyorum, bunu soruyorum kendime. Eve adımımı atıyorum, annemin unuttuğu çaylarından biri kutu buluyorum: Yeşil çay! Yapıorm ve içiorm..

Hastayım, göslerim yanıyor ve halsizim, uzanıyorum biraz..

29 Eylül 2007 Cumartesi

Malezya

Türkiye Malezya olur mu?

Günlerdir bunu tartışıyorlar gazetelerde, televizyonda, konu sıkıntısı bulamayan kıytırık dergilerde. Bununla ilgili programlar bile yapıyorlar. Şu koskoca dünyanın hangi ülkesinde biri çıkıp da böyle bir iddia ortaya atar ve bu kadar basiretsiz insan böyle bir konuyu sanki rejimin ve hayatlarının ipi başka bir gücün elindeymiş gibi aval aval düşünebilir?

26 Eylül 2007 Çarşamba

ÇİP

Bir icat yapsa Japon bilim adamları. Mesela, şöyle bir çip yapsalar beyne yerleştirilenlerden. Beynine bu çip yerleştirilen insanlar sevmedikleri insanları görmeseler, varlıklarını tümden unutsalar. Veya, çip önceden programlanabilir olsa: İnsanlar sevmedikleri, hoşlarına gitmeyen insan tiplerini ve kişilik özelliklerine sahip insanları dış dünyada göremeseler artık. Onlar için soyutlansa bu kişiler. Dokunsalar arada sırada onlara bilmeden, çarpsalar geçseler ama görmeden.. Tabii, bilseler ve unutmasalar, zihinlerinden ve dünyalarından bile soyutlamaya çalıştıkları bu kişiler hala gerçek dünyada dolaşmakta..

Bunu düşünenler korkak mıdır yoksa yorgun mu? Rüya görmeye mi yoksa kabus görmeye mi yatkındırlar? Bulutlara mı yoksa toprağa mı yakındırlar? Zihinlerini kemiren asıl şeyler sorular mı yoka cevaplar mıdır?

18 Eylül 2007 Salı

essere o non essere..

İnanmak ve kendini kandırmak.. Bugünkü ikilimiz olsunlar. İkisinin arasındaki ince çizgiyi de belirtmeme bile gerek yok sanırsam. Biri soğuk gerçekçilikle anlam kazanıyor diğerinin mayasında romantiklik var. Peki nasıl bağlayayım ben bu ikiliyi? Umutla bağlasak mesela. Kalpten inanıyorsanız -iyi-birşeyin olacağına, "hakkınızda hayırlısının" olacağına; siz buna inanıp aynı zamanda umut besliyorsunuz. Beklentinizin sonucu pozitifse "inanmak" kazanır. Ama sonuç negatifse -ki bu bile bazen kötünün iyisidir- siz bu sefer "kendinizi kandırdınız" epey bir süre boyunca.. Eee peki bunların ikisinde de umut vardı hep! Aralarındaki farkı belirleyen sadece "sonuç" oldu. Bunu kendi kendime -bu şekilde-anlamam şaşırtıcı oldu. Çünkü Adam Philips diyordu ki: "önemli olan sonuç değil süreçtir" Ben de değer veriyordum bu görüşe, onaylıyordum içimden; kafamı sallayarak "hı hı" diye. Şimdi geceleyin, yatmadan yarım saat önce bu görüşümü kendi kendime sarstım ve burdayım. Kendi kendime pis pis sırıttım, ayrık dişlerim tüm sevimliliğini kaybetti. Ama olsun inançlar da sarsılmalı, gerçek olan kolay olana değişilmemeli. Ama karşılaştırmama üçüncü bir alternatif bulabilirseniz ne diyebilirim ki: All bets are off

Laf aramızda, Ankaranın havası pek kasvetli ama normal bir kasvet değil. Yani kış soğuğu, havası, kara bulutlarından öte; insanlara, onların psikolojilerine etkiyen bir kasvet var.

17 Eylül 2007 Pazartesi

Last Exile

Pazar akşamı 10'da yatağa attım kendimi ve uyuyuverdim az bir zaman sonra. 2-3 saat sonra uyanıverdim ki sebebi bence bünyemin erken yatmaya alışık olmamaması. İnanamıyor erken yattığıma ve istemiyor derin uykuya dalmamı ve bir kaç saat sonra uyandırıveriyor kendini..

Sonra bölük pörçük uykular, kabuslar, başağrısı, mide bulantısı. Önce 8.40 dersine gitmeyiveririm dedim. Sonra 10.40 dersine de gerek yok; daha ilk gün dedim. Okula 12.30 da bi ara uğrayıverdim ödünç aldığım birkaç şeyi vermek için, sonra da eve dönüp hayatımdaki en huzurlu uykulardan birini uyuyuverdim. Sanki uyanmak istemedim hiç, çok huzurluydum, çok rahat uyumuştum.

Abim geldi işten sonra sanırım onu işyerinde sıkan birşeyler olmuş, dangıl dungul memurlardan biri abimin servisindekilere şaka yollu takılmış. Güya şaka yollu dedi abim. Ama işte aklı sıra eleştirecek, laf sokacak herif abimlere. Abim de bunlarla uğraşıyoruz işte dedi. Sanırım öyle birşeylerdi. Bense nelrle karşılaşıyorum okulda, nasıl insanlarla uğraşıyorum. Abimle yemekten sonra karşılıklı otururken ben de bugün - ve ilerki günlerde - canımı sıkan ve sıkacak olan bir olayı anlatacaktım.. Anlatmadım. canı daha da sıkılsın istemedim.

Muhalefet veya asilik. İkisi arasında çok ince bir çizgi var. Aynı ananın çocukları olmalılar ki toplum muhalife ve asi olana sempati besler. Belki de içgüdüseldir bu. Çünkü asi olan egolara hitap eder.. Diğerleri de kendilerinde bulamadıkları cesareti onların temsil ettiğini düşünür. Bunu da kıskanmazlar ne gariptir. Yok yok affedin beni. Tabii ki kıskanmaz. Çünkü muhalefet veya asi duygular tehlikelidir. Risklidir. Düşünür toplum: Bunlara sahip olanların yıpranma payı hep vardır. Tehlikeli iştir muhalif olmak ve yanlışı bağırmak. Maazallah başa bişey gelmesi standarttır standart! Niye kıskanayım ki böyle insanları? Desteklerim ama çok taraftarı da varsa. Anlattığı ne kadar önemli olsa da, düzeltmeye çalıştığı şey ne kadar yanlış olsa da temkinli olmalı böylelerinin yanında. O bizden çok bağırsın biz sönük kalmaya razıyız nasılsa.. Ama bir de değiştirdi mi yanlışı ondan kralı yok hepimizin yanında..

Yanlış gördüğünüzü, haksızlık olarak nitelendirdiğinizi değiştirmek için çaba harcamalısınız. Sessiz kalsanız, gücü bulunduranın yanında olmaya devam edip, "katılıyorum" "en güzeli, bravo" "boynumuz kıldan ince" diye diye yanında munis kediler olsanız -bir yere kadar- anlarım sizleri aslında. Çünkü bazılarına bunlar yanlış gelmez, kolay geldiği için yaparlar. Ama güzel olan, yakışan ve doğru olan sesini çıkarmaktır yanlış gidenlere..

14 Eylül 2007 Cuma

6-7 yaşlarındaydım. Eski evlerimizden birinde o zaman bana upuzuuunn gelen annemle babamın odasındaki kütüphanedeyine kitapları karıştırırken gözüme bir kitap ilişti. Biraz okudum. Sonra oturma odasına gidip: Baba! dedim. Kim bu Harun Karadeniz? Solcu, vatansever bir gençti, iyi adamdı gibisinden bir şeyler söyledi. Sesi çok içten geldi bunu söylerken. Ozaman ne solu ne sağı bilirdim doğal olarak... Ama Harun Karadeniz'e içim ısınmıştı. Benim için de iyi bir adamdı artık o. Çünkü, babam öyle söylemişti..

Dün de hırsla lobutları devirirken, bowling salonuna oynadığımız yerin hemen bitişiğine babayla oğul oturdu. Bowling oynamlyorlardı, bir şey de yiyip içmiyorlardı. Benim her atışımda baba oğluna "acaba kaç tane devirecek", "acaba kalanları devirecek mi" diye soruyordu. Küçük, hareketli oğlunu eğlendirecek, dikkatini çekip oyalayacak bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Bunları duyduktan sonra hırsım gitti birden. Benim de babamın bana aynı şeyleri yaptığını hatırladım, o günlere, anılara geri dönüverdim birden.. Yani, kim hüzünlenmez ki!

Şimdi düşünüyorum da.. İnsanlar insanlara değer verebilir. Birbirlerini sevebilir. Onları savunabilir. Sempati duyabilir. Aşık olduğunu söyleyebilir. Kimi zaman hayran olabilir. Bunlar gerçekte, özde, karşılıksız ve çıkarsız olduğu kadar tam tersine yalandan, çıkara bağlı, yapmacık da olabilir. Ama bence, insanlar sadece gerçekten değer verdikleri insanları özleyebilir.

30 Ağustos 2007 Perşembe

28 Ağustos 2007 Salı

0 Yorum

Yazmak, duygularını başkalarıyla paylaşmak aslında epeyce cesaret isteyen bir olay. Bir dergide yazarsanız şayet, olumlu/olumsuz pek çok eleştirinin gelmesi oldukça doğaldır. Pek çok da riski vardır yazmanın ve yazdıklarını geniş bir kitleye ulaştırmanın.. Yazılarınız akıcıysa, okuyana bir şekilde "perspektif kazandırıyorsa" veya bir şeyler öğretiyorsa hatta okuyanın daha önce yaşadıklarına tercüman olabiliyorsa kuşkusuz yazarının ödülü pohpohlanmak ve takdir edilmek olacaktır. Ama bir şekilde bir yazısı beğenilmezse şaklaban yerine konma riski de vardır. Ben kendimle birlikte tüm yazarları -ki kendimi bir şekilde yazar statüsüne kavuşturuyorum- toplumun soytarılarına benzetirim. Okunursunuz, beğenilir veya beğenilmezsiniz ama size bakış açısı bir yandan da daha değişik bir noktaya kayar. Bir çeşit "eğlendiricisinizdir". Hayatında eline kitap almamış insanlar bile sizi eleştirebilir, bunlara alışmalısınızdır.

İnsanlar her zaman sizden ciddiyet beklerler. Çünkü yazarlar, edebiyata bir şekilde bağlı olanlar ciddi,titiz ve her zaman mantık abidesi olmalıdır!! Genel kanı budur. O yüzden beni hayatında ilk kez gören sonra da yazılarımı okuyan insanlara edebiyatçıdan çok başka bir şey gibi görünürüm.

Blog yazmak ise moral bozucu noktalara gelebilir bazen. Siz yazarsınız, başkaları okur; buna karşı çıktığınız yoktur tabii ki. Bazı yazılarınızı beğendikleri de olabilir, beğenmedikleri ve karşıt görüşte oldukları da çıkabilir. Ben şahsen beni okuyanların olumlu da olsa olumsuz da olsa kendilerinde iz bırakabilen yazılarıma bir şekilde yorum bırakmalarını isterim. Çünkü okumak da yazmak kadar sorumluluk ister. "Şu yazın berbat olmuş çok kötü" de diyene kızmam, "şu yazın benim için önemliydi, bana moral verdi" veya "ilgimi çekti" deyip belkide daha farklı olan görüşlerini belirtmelerine de sevinirim.

Haksız mıyım :)

27 Ağustos 2007 Pazartesi

un attimo di pace

"Time is an illusion"

Böyle diyor Einstein ve haksız da değil... Bazen zaman akmak bilmez, saniyeler saat oluverir ve gözlerinizde büyüdükçe büyür. Her şey aynı ve monoton gelmeye başladıkça akmayan saatler çıldırtır insanı. Bazen ise günler o kadar çabuk geçer ki..

Ama bence, -yavaş da aksa hızlı da geçse- dakikalara ve hatta saniyelere sığacak o kadar şey var ki..

26 Ağustos 2007 Pazar

Billy Idol - Eyes Without a Face

i'm all out of hope
one more bad dream could bring a fall
when i'm far from home
don't call me on the phone
to tell me you're alone
it's easy to deceive
it's easy to tease
but hard to get release

les yeux sans visage eyes without a face
les yeux sans visage eyes without a face
les yeux sans visage eyes without a face
got no human grace your eyes without a face.

i spend so much time
believing all the lies
to keep the dream alive
now it makes me sad
it makes me mad at truth
for loving what was you

les yeux sans visage eyes without a face
les yeux sans visage eyes without a face
les yeux sans visage eyes without a face
got no human grace your eyes without a face.

when you hear the music you make a dip
into someone else's pocket then make a slip.
steal a car and go to las vegas oh, the gigolo pool.
i'm on a bus on a psychedelic trip
reading murder books tryin' to stay hip.
i'm thinkin' of you you're out there so
say your prayers.
say your prayers.
say your prayers.

now i close my eyes
and i wonder why
i don't despise
now all i can do
is love what was once
so alive and new
but it's gone from your eyes
i'd better realise

les yeux sans visage eyes without a face
les yeux sans visage eyes without a face
les yeux sans visage eyes without a face
got no human grace your eyes without a face.
such a human waste your eyes without a face
and now it's getting worse.

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Dr. Jekyll and Mr. Hyde

İkiye ayrılmak pek çoğumuzun başına gelmiştir hayatta en az bir kez.. Bir yanımız bir şeyi isterken, onunla huzur bulacağına inanmışken diğer yanımız istediğimiz şeyin tam zıttının cezbediciliğini aklımıza sokabilir. İki taraf da zamanla güçlerini dengeleyebilir ve bir bakmışsınız ikisinin de gerçekleşmesini aynı oranda arzular hale geliriz. Taban tabana zıt oluşlarının bir değeri kalmaz gözümüzde. 5 yaşındaki çocuk saflığıyla aynı anda gerçekleşebileceklerine inanabiliriz. Söz gelimi bir tarafımız dinginliğin ve huzurun bize iyi geleceğini düşünürken hemen akabinde hareketin ve canlılığın ve biraz da çılgınlığın bizim asıl ilacımız olduğu hissine kapılabiliriz. Önemli olan ruhun güzelliği deyip çok güzel kızlar uğruna türlü şebeklikler yapabiliriz. Tatil demek kitap okumak, kısa yürüyüşler yapıp salıncakta sallanmak diye düşünmenin ertesinde tatil deyince dağıtılır, havuza işenir, barlarda sabahlanır öteki türlüsü ezik işi aga diyebiliriz. Kendi içimizde çatışırız. Ne istediğimizi, aslında neyin bize iyi geldiğinden emin olamadığımızdır bize bunları düşündüren gibime geliyor.
Bütün bu düşünceler ne zaman aklına geldi derseniz, gece 2 gibi bisikletle arkadaşlardan dönerken gölgemin ikiye ayrıldığını gördüm. Tüm bir yılım gözümün önüne geldi. Tanıştığım insanlar ve girdiğim ortamları hatırlayıverdim.

Hem bir de evimizin önündeki 2 rakip mekan var. Biri devamlı içip dağıtılan bir cafe, 70 metre ilerisindeki de kendi kendine yeten çapta bir Türkü evi. İlk haftalarda ben bu türkü söyleyen adamı döverim dedim kendi kendime. Tsunamiler çıksa da sazını alıp götürse diye az düşünmedim değil.. Ama 2 gündür aynı repertuarını dinliyorum. Artık ezberledim ve geniş bir halk müziği dağarcığım var. Hoşuma da gitmeye başladı bedava konserleri.
Şimdi de türküde “ne de olsa kışın sonu bahardır...” diyor; ama işin ironik yanı, yazdayız daha....

11 Ağustos 2007 Cumartesi

They won’t go when I go..

Bugün bir Kandil günü ama cebime hiç bir kutlama mesajının gelmemesinin yanısıra benim garipsediğim başka şeyler de olur böyle önemli geceler geldikçe. Kendimizi gerçekten çok uyanık sanıyoruz ve hep kolaycılık peşindeyiz; acayip şark kurnazıyız. Bunu size pek çok örnekle açıklayabilirim: Böyle Kandil gecelerinde veya Ramazan ayı boyunca ağzına içki koymayıp diğer günler zurna gibi içenlerden, onca pisliğe bulaşıp sonra “Hacca gittim tövbe ettim artık” diye geçinenlerden; yediği türlü bokun sonunda manken-fotomodel eskisi beylerimizin- eskidikleri için- hiçbir şeye yaramayacaklarını anlayınca “İslam’ı buldum Kuran’a sarıldım kardeşler” diye ortaya çıkmasından tutun da Ramazan boyunca oruç tutmayıp Kadir gecesinde tek gece için oruç tutarak sevaba kavuşacağını uman sivri zekalarımız var. O kadar ilgili ki bu arkadaşlar Ramazan’la; aslında Kadir gecesinin Ramazan’ın 21-23-25-27 veya 29 uncu günlerinden biri olduğunu yani hangi gün olduğunun kesin bile olmaması gerçekliğinden bile bihaberler. 5 vakit namazı hiç sekteye uğratmayıp aynı zamanda İslam’da yasak olan onlarca günahı işleyen beyler şekilciliğin en ustaca örneklerini sergilemekte; dinim gereği şunu şunu yapıyorum diyenler ne hikmetse lüksler içinde yüzmekte, yanıbaşlarında -gerçekten- bir parça ekmeğe muhtaç olanlar dururken.
Ve bizler de yozlaşmışlığın ortasında sofuların ve din tacirlerine ve gerizekalılara sıfır hayatlar sürerken böyle basit gerçekleri dile getirmekten bile çekiniyor; cahillerin, asalakların asla kaybetmememiz gereken hür iradelerimize sahip olma çabalarına seyirci kalıyoruz.

George Michael- they won’t go when I go
;)
Tenis şortumu ve tenis ayakkabılarımı koşarken veya günlük kıyafet niyetine ne zaman giysem, vicdan azabı duyuyorum. Ankara’ya dönünce kendime yeni tenis partnerleri edinmeliyim, oynamayalı epey uzun bir zaman oldu. Kaan’la ne zaman oynasam daha fazla stresle yükleniyorum. Abi nası servis atıon, abi ciddi oyna şunu...Ama gidip oynasak, su da yok ki Ankara’da yorulunca içelim.. Amaaan Melih Gökçek’in suyunu sıkar içeriz.
Arkadaşla konuşuyoruz. Arada ona şöyle dedim: “Msn’de seni biri ekleyince onay için ekranın sol üst köşesinde bir anda, sessizce beliren şeyi çok seviyorum.” Onun da hoşuna gidiyormuş. Ama o çok daha farklı bir perspektiften baktı benden iyi bakmasın: Sanki yeni bir arkadaşla tanıştırılmak gibi! Ya gerçekten epey hoşuma gitti benzetmesi. O menü hiç değişmiyor. Yıllardır formatı aynı ama çok seviyorum ben o menüyü. Aynı heyecanı duyarım ne zaman belirse ekranımda. Keşke her şey onun gibi ilk günkü heyecanı verse di mi?

Yangında ilk beni kurtarın :P

10 Ağustos 2007 Cuma

Bazı günler her geçen saniyenin aleyhime işlediğini düşünüyor an ve an birşeyleri kaçırdığım hissine kapılıveriyorum. Belki de en kötüsü olarak da bu zamanların bir daha asla geri getirilemeyeceğini biliyorum. “Beklentilerde endişeye düşmek” her an için tüyleri diken diken etme ve insanı durduğu yerde paniğe sevketme potansiyeli her zaman olan bir buruk tatlı his. “Denemediğim bir şey kalmamalı“ veya “şunu, şunu yapma cesaretini göstermekten çekinmemeliyim” düşünceleri gel –git yapmakta zihinde..
Bugün hava rüzgarlıydı epey. Öğlen uyuyakalmışım. Uyandığımda saat 4 gibi birşeydi. Üst kata çıktım ve o rüzgarda insanların uçuşan deniz şemsiyelerinin peşinden koşmalarını sadist bir zevkle izledim. Bu olay sahilde olsak bizim de pekala başımıza gelebilirdi, ama yukardaki balkondan, yani tepeden izlemek daha başka bir şey. O balkondan izlerken, kendinin de başına gelebileceğini hissetmiyor kimse. Herkesin geçici, kendinin ise kalıcı olduğunu bilse insan, bunun garantisi olsa veya bir şekilde ona verilse; hayata ve içindekilere bıyık altından gülerek bakardı bence.

9 Ağustos 2007 Perşembe

Gerçek ve sahte düşler..

Hayal? Kurarım.. Küçüklüğümden beri huyumdur. Senaryo yazmakta sıkıntı çekmememin yegane sebeplerindendir. Peki size aslında hayal kuranlar ikiye ayrılır desem nasıl karşılarsınız?
Arkadaşlar, hayal kuranlar ikiye ayrılır. Birinci grup, sonunda onları gerçekleştirmek istediği için ve buna güç yetireceğinden emin olduğu için kurar hayallerini. Henüz gerçekleşmemesi hayalkırıklığına uğratmaz onları. Zira bu kişiler henüz zamanının gelmediği için gerçekleşmediğini düşünür ve kendilerini böyle motive ederler.
İkinci grup ise hayallerini gerçekleştirmenin zor ve yorucu olduğuna kendilerini inandırdıkları için, ğerçekleri uğruna çabalamak yerine sanalları ile sahte bir rahatlama yaşarlar önceleri. Ama zamanla hayalini kurdukları şeylerin gerçekleri yerine şaşırtıcı bir şekilde sanlalarıyla kafalarını doldurmak onların huyu oluverir. Bu da onları tatminsiz ve depresif yapar

So; keep your dreams alive ;)

8 Ağustos 2007 Çarşamba

Fassinating

Sezen Aksu’nun biricik oğlu Mithatcan Özer sevgilisi İlhem’in poposunu öpmüş. Anası serçemiz de kendine has espirkeş(!) kişiliğiyle “Oğlum senin baban ananı böyle mi öpüyordu” demiş. Ha ha ha! Olayın magazinel kısmını bırakalım. Mithatcan’ın benim çok istediğim mayoyu giymesinden dolayı onu kıskandığımdan da yazmıyorum bunu. Kardeşimiz yakışıklılığı, karizması ve pırlanta kişiliği, derinliği ve biraz(!) da annesine doğrudan beste dilenmekle veya elinden tutması için yalvaracaklarına direk onunla izdivaç kurmalarından yararlanıp yolunu bulmuş. Bu ucuz şöhretini yerecek değilim, benim dikkat ettiğim nokta şu.. Poposunun tuzuna dudaklarını değdirdiği hanım kızımız bilmem nereli falan ama müzik alanında Türkiye’de yerini sağlamlaştırmak isteyen ithal insanlardan biri. Ve şansını zorlamak için beste fabrikatörünün oğluyla birlikte. Peki burada aslında kim kimin kıçını öpüyor dostlar?
Pek de olaya bağlamadan dinleyin bu şarkıyı :)

Ace of base – Wheel of Fortune

7 Ağustos 2007 Salı

Nothing ventured nothing gained..

“2. Bir şans için neler vermezdim” derler hep.. Aslında bunu söyleyenler, alışkanlık haline getirenler yanlış yapmaktadırlar. Diyorum ki, çaresizliğe miskinlik serpmekteler. Neler vermezdin ulan! diye sarssanız size verecek bir “master plan”(!) ları da yoktur ki böyle hayıflanmakla zaman geçirenlerin. Böyle söylemek yerine “2. Bir şans için ne fedakarlıklarda bulunurdum” diye düşünmek belki de çok daha ileriye yönelik olur da geçmişte yapamadıklarını yapabilip, bulamadıkları cesareti de bulabilirler

6 Ağustos 2007 Pazartesi

Bir hayale kapılmak ve o hayale kendini kaptırmaktan daha sarsıcı ne olabilir? O hayali başkasına kaptırmak. Dilediğimiz şeyleri, tam da beyin kıvrımlarımızda anlamlandırıp tasvir ettiğimiz güzellikleri başkalarının yaşadığını görmek sizi mutlu eder mi? Bunu sorun kendinize ve cevabı hayır olursa kendinizi suçlamayın. Tereddütsüz “evet “cevabı verirseniz de siz soyu tükenmekte olan bir türsünüz demeliyim veya hemen ateşinizi ölçmeliyim.

5 Ağustos 2007 Pazar

Fly responsibly

İçinde martılar olan insanlarla takılmalıyım sanırım. Çılgınlık eşiği yüksek olan insanlar bulmalıyım çünkü potansiyelimin yüzde 40’ını kullanıyorum buralarda.. Aaa uçup da konamamak var ama!
So; fly responsibly :P

bir sonraki haftalık güncellemem haftayadır :PPP

4 Ağustos 2007 Cumartesi

Timing

Elde edemediklerimiz için aslında hiç olmayan “doğru zamanı” suçlarız. “Doğru zamanı ayarlayamadım”, “bir türlü denk getiremedim” denir. Şu tokadı atayım bu suratlara kendilerine gelince iyi bellemeliler: “Doğru zaman beklenmez, kollanır” Bu sözü nerde duydum hatırlamıyorum, zira önemli olan nerde duyduğum değil onu uygulayabilmem. Hatalardan ders çıkarmayı bilmeyenlerin tarih kitaplarında şu yazar: “Tarih tekerrürden ibarettir” Hayır, tarih hatalarını tekrarlayanlar için hazin tekerrürlerden ibarettir. Hatta yitik while loop’larından ibaret. Aradaki “if” leri hala comment’likten çıkaramayan cesaretsizler için... (bilgisayarcılar anlar sanırım)

3 Ağustos 2007 Cuma

Tabula Rasa

Aslında gün içinde aklıma gelen pek çok fikir, düşünce ve imge kırıntıları; bazı bazı sağlıklı olduğuna hala inandığım beynime çarpan hayaller ve ikilemlerin yol açtığı karmaşanın ürünü sivrilmiş ama sıcağı hemen soğuyuverdiği için ileriye atılmaya mahkum olacak planlar vardı. Kırıntılar da bir o kadar güzel ama birleştirilemeyecek kadar ayrık olduklarından dolayı yerinde yani kafamın içinde güzeller...

Sir Alexander FLEMİNG penisilin denilen bulaşığa yardımcı olduğu kadar insan tabiatına da iyi gelen buluşunu tesadüf –tümden değil- eseri olarak bulmuştu. Tıpkı Sir IAN McCellan denilen oyuncu tanrısının (magneto ve lotr) tiyatroya kendisine sevgili bulmak için girmesi gibi. Ama ikisi de sanırım zamanla amaçlarının ve umduklarının fazlasını buldular. Niye bunu demekteyim ki, tıpkı benim yazmaya lisede “yazdığım” bir kız uğruna başlamam gibi veya bloga başlamama – daha doğrusu özenmeme- bir zamanlar fazlasıyla değer verdiğim bir dişi canlısının sebep olması gibi. Böyle basitçe başlayıp sonra karmaşıklaşan daha bir kaç şey sayabilirim size en azından. Tesadüf var mı dostlar? Tesadüflerin çok sık olması onların tesadüf özelliklerini köreltmez mi ? Ben hala niye yazıyorum peki? Yazmayı sevdiğimden mi? İnsanlara “bakın, ben de sizinle aynı duyguları yaşıyorum” müjdesi vermek için mi? Onlara -ben kimim ki- dayanma gücü verebilmek için mi? Yol göstermek için mi? Hoşnut tutmak için mi? Onlara değer verdiğimi anlamalarını sağlamak için mi?
Aslında yazıya başlamadan önce ne yazacağımı da bilmiyordum. Güzel bir film izledikten sonra balkondan denizi seyrettim. Sanki ayağımın altında gibiydi. Dalga sesleriyle birlikte denizin bu kadar yakında olduğunu bilmek insanın içini -nedendir bilinmez- sarhoşlukla dolduruyor. İçkiden çok beni denizin sarhoş etmesini tercih ediyorum. Klişe geyiklerindeki gibi salak “rakı-balık” ıvır zıvırlarını bırakın, ben denizi sade seviyorum. Zihnimi boş bir tenekeye çevirmesini, tüm bulanıklıklarımı, tereddütlerimi ve korkularımı ıslatmasını seviyorum. Geride bana yeni günün diğerlerinden farklı olacağını müjdeleyecek gücünü seviyorum
Special thanks to:
Alphaville -Big in Japan-Freeform five - No more conversations on my own

2 Ağustos 2007 Perşembe

Şansa inanmıyorum, fırsatlara inanıyorum. Kendi yarattığımız –farkında olduğumuz veya olmadığımız- fırsatlara şans adı veriliyor. Farkında olmadığımız şansı nasıl yaratırız peki?Yeteneğimizin bize kattığı birikimimizle, oluşturduğumuz çevremizle, bize “gelir” o.

Sahip olmakla olmamak arasında -aslında- hiç bir farkın olmadığı zamanlar vardır. Arada fark yoksa buna “değerini bilmemek” deriz biz. Nankörlük de diyenler vardır. Sahip olmadıklarınızdan veya asla olamayacaklarınızdan dolayı hoşnutsuzluk duyabilirsiniz, sahip olanları kıskanabilirsiniz ancak bilin ki dünya açgözlülük, adaletsizlikler ve haksızlıkların oldukça fazla olduğu bir yerdir. Yolda yürürken, yatağınızda düşünürken, televizyon izlerken, arabanızda giderken, biriyle konuşurken, işinizde ve okulunuzda bunları hergün yaşamıyor musunuz? Elbette yaşıyorsunuz. Üzüldüğünüzü bilmemek ve buna hak vermemek mümkün mü? Su katılmamış, aptalların bile kıskandığı aptallar tarafından hiç saf yerine konulmadığınız olmadı mı sizin de... Onlar hep sayıca çok diye düşündünüz değil mi? Tabii ki öyle. İhanet kokan geceleriniz sadece size ait değil, fısıldaştıkça kulağınıza daha net gelen yalanları duyan tek sizler değilsiniz ki. Herkes sizin gibi olsa aslında, Dünya yaşanacak bir yer olur belki değil mi? İçtenliğinizi -gerçekten çok değer verdiğiniz- bir insanla paylaşıp, karşılığını alamadığınız ve hemen sonra onun bunu haketmediğini size karşı tavırlarından yana yakıla anladığınız olmadı mı? Kalbinizi diğerlerinden daha fazla yaklaştırdığınız insanların sizden niye uzaklaştığını, bunu haketmediğinizi düşünmediniz mi? İçinizde fırtınalar kopmadı mı, ve bundan sonra artık önce “değer vereceğim insan buna değer mi, değecek mi” diye düşünecek kadar insanlara güvenemediğini zamanlar olmadı mı? Biliyorum olmuştur. Baş belaları hep sizin başınızda değil, onlar her yerde, kötü olan bozulmuş olan ne varsa, ve her kimse “homojen bir şekilde” dağılmış halde yaşama ortamlarına ve ayırt etmek oldukça, oldukça zor.

Doğru bildiklerinizin aslında doğru olduğunu ancak çoğu insanın kolay ve yanlış olanı seçtiği için yozlaştırıldığını bilmelisiniz. Aksi taktirde hayal kırıklığınız –büyüklüğüne ve yıpratıcılığına göre- sizi de yoz taraflara savurabilir. Bunun farkında bile olmazsınız. Düş kırıklığının soğuğu içinizi doldurur. Buza döner zamanla kalbiniz; O kadar sinsi seyreder ki bu dönüşümünüz, farkına vardığınızda geçtir artık. Siz bilin ki artık; başka birisinizdir.

Niye tahammül edilir peki bu her gün biraz daha soldurduğumuz mavi noktaya? Kara bir tablo çizmenin işten bile olmadığı bu hayata? Nietzsche kesinlikle haklıdır “Ümit etmek işkenceyi uzatır” derken... Peki biz niye vazgeçmeyiz işkence çekmekten. Mazoşistmiyizdir ki biz.
Çünkü bize verilmiş bir haktır bu hayat ve... Ve biz bu hakkı sonuna kadar kullanmak isteriz. Umut işkenceyi uzattığı kadar tehlikeli bir şeydir de: Sonunda hayalkırıklığı olasılığı yüksektir de. Ve umut ile güven kaybedildikten sonra geri kazanılması çok zor şeylerdir. Peki ya sonunda hayallerimize,umutlarımıza kavuşabilirsek! Mutluluk ve güven dolu bir hayata kavuşabilirsek, hayalimizde tüm kusursuzluğuyla yaşattığımız insanları elimizle koymuş gibi bulabilsek bu sırf ummaktan, ümit etmekten vazgeçmediğimiz için olacaktır.Umut, -farkında olsun veya olmasın- insanların çok derin köşelerinde, içlerinde yer etmiş olmalı ki hayata tutunmalarını saplayan en önemli şeydir de. Umut unutulmaz ki! Unuttuğunuzu düşünün böyle bir duyguyu. Hoşnutsuzluğunuzun ve bunalımlarınızın yoğunlaştığını ve hepsinden öte bu iki duygunun çaresinin bulunmadığından emin olurdunuz ve sonuçlarını tahmin etmek zor olmazdı değil mi? Bize biraz daha dayanma gücü veren hep umuttur değil mi?

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Ignorance is bliss...

“Kaygan,yuvarlak bir taşa basıp düşersen bu taşın suçu değildir; ama taş orada olmasa idi düşmezdin...”

Antivirüs prpogramımdan bir uyarı: “your virus protection might be out of date”, winrar ımın deneme süresi 16 gün sonra bitiyormuş ve söylememe gerek var mı bilemiyorum: İnternetim de yok. Yazlığa geleli 2 gün oldu. Buzdolabı bozuldu ve anteni bozulan televizyon sayesinde akrobasi alanına yeni bir soluk getiriyoruz. 3 saat önce pekala epey soğuk olan kola şimdi kaynar halde. Kalanına biraz viski karıştırıp eğleniyorum işte. Yalnız şunu belirtmek isterim ki viski zengin içkisi değil; ahmak içkisi. Mohito’dur esas olan hele 2 pipetle içilirse. Bir de absinthe var ki boşverin gitsin.

Sabahları (öğlenleri) beni uyandıran sazlık cafelerin en az virüs programım kadar “out of date” olan şarkıları. (Britney-toxic le uyandım bugün, halbuki ben A-HA hayranıyım :P ) Bu şarkılarla uyanınca insan sanki çok büyük bir kalabalıkla kös kös yattığını sanıp geçici moral bozukluğuna kapılabilir. Ama balkona çıkıp baktığımda boş şemsiyeler ve çoluk çocuktan başka bir şey göremiyorum.

Ne yapıyorum 2 gündür? The Secret’i bitirmeye çalışıyorum ki bu kitap hakkında söylemek istediğim şeyler var ki bunu iz bırakanlar bölümlerimden birinde LOST ile birlikte yapmayı istemekteyim. Eskileri düşünüyorum, sanırım hayatımdaki önceliklerle ilgili birtakım kararlar almak üzereyim. Güzel olduğu kadar küstah olan okulumdan ayrılmaya gene alışamadım, niye niye niye diye sorunup duruyorum. Bu yazıları hangi internet kafede sizlerle buluşturacağımı düşünüyorum, acaba usb’yi kullanmama izin verir mi kafe sahipleri diye kara kara düşünmüyor da ddeğilim. Aslında bu düşünceler sanırım yoktan karmaşa yaratanlar. Yani, her şeyi böyle inceden inceye düşünmek.. Gene mi anlamadınız?! Yani diyorum ki arkadaşlarım, gençler- böyle olduğunu göstermek adına mantıksızlığın dibine vuranlar-, veya ağırbaşlılar, beni sevenler veya öyle gösterenler; eğer internet kafeci izin vermeyecekse usb kullanmama, benim kara kara düşünmem yanıma zarar olarak kalacak, yok eğer kabul ederse gene kara kara düşünme olayım benim manevi zarar haneme işleyecek. Ayrıca Adam Philips ustanın korku hakkındaki derin görüşleri ve The Secret’in frekans saptamaları da referanslarım olsun. Ayrıca olacak kötü şeyleri önceden sezme konusundaki yeteneğim de bana pozitif düşünmenin anlam ve önemini her fırsatta hatırlamakta. Bir de okulda bazen yanıma gelip platonik aşklarından dolayı başımın etini yiyen arkadaşlarıma -yazacağım öyküden önce- küçük bir tavsiye vereyim: Zaten ulaşılmaz daha fazla ne kadar uzağa gidebilir ki? Konuşun. Reddederlerse de karşılık verseler de kazanan siz olursunuz, sırtınızdan düşen yükle denizler bile taşar kardeşler, yoksa “keşke” ler boğazınıza yapışır.Ayrıca, değer vermekten yorulmayın :P ..

Kolam bitti, bu şartlar altında daha fazla yazı yazamam. Ama şunu belirtmeliyim ki kendine güvenen insanlara cesaret veren içki değildir ;)

Şu ikiliyi dinlemelisiniz: “Pirates of the Caribbean- dj tiesto mix” ve “OPUS-live is life”

28 Temmuz 2007 Cumartesi

Güzel ve dahi

Bu yarışma hakkında tek bir şey söyleyeceğim. Aslında benim de değil bu söz.
Bir keresinde Einstein'in yanına zamanın müthiş güzellerinden bir hanım gelmiş ve ona: "Senin zekanla benim güzelliğim birleşirse ortaya nasıl bir insan çıkar, hadi gel evlenelim " demiş. Einstein ise biraz düşünüp cevabını vermiş: "Ya senin gerizekalılığınla benim çirkinliğim birleşirse?"

Lisede fizik hocamdan duymuştum. Tekrar hatırladım bugün..

haberler

İlgimi çeken 2 habaeri paylaşmak istiyorum sizle. İlki mükemmel(!) bir aşkla ilgili: Bir köşe yazarı çok imrenmiş olsa gerek bir arkadaşının sevgilisiyle nasıltutkulu bir aşk yaşadığını yazmış. Efendim 50lik adam rus iç mimar sevgilisiyle müthiş bir aşk yaşıyormuş. Öyle ki vucutları birbirini istiyormuş çoğu zaman. Hem de parça parça! Hatta efendim bir keresinde çiftimiz kitapçıdayken kızımız "take it off now" demiş; bizim ihtiyar delikanlımız da yanlış anlamış önce, aman burda olur mu gibilerinden gevelerken kızımız İ want your toe gibi bişeyler sölemiş. Yani ayak başparmağı adamın -ayak başparmağını- istemiş. Çıkarmışlar ve dokundurmuşlar. Köşe yazarımız da bunu kutsallaştırmış. Aman Tanrım, ne romantik!!!

İkinci haberimiz de bu dünyanın -yarı- dışından: NASA'da büyük bir skandal patlamış. Astronotların bazılarının uzaya sarhoş çıktığı anlaçılmış. Aman be kardeşim belki ayık tahammül edilemiyolar artık uzaya, olamaz mı yani...

25 Temmuz 2007 Çarşamba

Gerçek Kesit



gece 12 den sonra flash tv'de yzyınlanan ve haberlere gazetelere yansıyan garip hırsızlık ve cinayet olaylarının canlandırıldığı gerçek kesit'ten bir demet:


adam kıza asılmaktadır, kız da kikir kikir onu dinmemektedir:


adam: Seni kuş sütüyle beslemek için yurdun 4 bir yanında kuş çiftlikleri kuracam...


adam gene kıza asılmaktadır. Kapının dibinde kızla konuşurken:


- meraba aşkım, beyaz atlı prensin gene geldi, atım dışarıda ama... Kendisini sonra tanıştırırım...


Ve bu müthiş yetenek her yaşta insanı oynayabilir, hiç farketmez. Kah 20lik delikanlı kah 40 lık emekli.. joker gibidir. Önünde saygıyla eğiliyorum...


24 Temmuz 2007 Salı

he walks amongst us, but he is not one of us


Sol için yeni birleştirici lider adayımdır. Jack Shephard toparlarsa toparlar artık yoksa hayır yok diğerlerinden...
İngilizce dışındaki bir dili adamakıllı öğrenmek istiyorum. Peki bu hangisi olmalı? Bunu epeydir düşünmekteyim.. Aslında akla ilk gelen Almanca oluyor zira ortaokul-lise-Bilkent de aldım bu güzide dili. Ama İtalyanca beni epeyce cezbedior dostlar. Almancadan daha fazla bir yatkınlığım var sanki İtalyancaya.. Okulda ilk kur derslerinde sanki yıllardır biliyormuşum gibi rahatlıkla kapmıştım. Ama gel gör ki İspanyolca'nın dünyada yaygınlığı da beni düşündürüyor. Bir de Rusça hevesim var tabii. Bilemiyorum yaw, seçmek zor ama sanırım İtalyanca bana daha bir işveli göz kırpıyor..

23 Temmuz 2007 Pazartesi

Şaşırmaktan, ümitsizliğe kapılmaktan hemen sonra kızmak geldi içimden. Anketlerde yüzde 48'leri gördükten sonra beraberce dalgamızı geçmiştik. Seçmen türese bile bu kadar gelmeyeceğini düşündüğümü hatırlıyorum. Ama seçmen türemiş, daha doğrusu türetilmiş. Demek istediğim; "ben laikliğin yılmaz bekçisiyim", "bana vermesseniz o oyu maazallah karanlık sonunuz" diyerek korku salmak, çözüm üretmek yerine iktidarla dalaşmak, birleşeceğine içten içe bölünmek ve alternatifsiz olduğunu sanmak, güven ve oy yerine demek ki başka şeyler getiriyor. Zannedildiği kadar aptal olduğumuzu sanmıyorum; yumurtanın epeyce kapıya dayanmasını bekliyoruz ve inadına hala toplumsal belleğimiz oldukça zayıf. Bakliyata kömüre oy verdiniz, "niye?" diyorlar. Aptallıklarından değil ki, çaresizliklerinden...

"ilhan irem-olanlar olmuş " yazının anlam ve öneminden çok, dinledikçe dinleyesim gelen bir şarkı olduğu için tavsiye etmekteyim.

19 Temmuz 2007 Perşembe

his wisdom is to keep awake in order to sleep well*

Dün işyerinde gözlerim bilgisayar ekranına bakamayacak hale gelince bir tur atayım dedim. Saat 4 falandı. Dışarı çıktım, sol tarafa döndüm ve boş boş yürümeye başladım. Güneş biraz biraz yakıyordu, içimden geçen daha önceden gördüğüm korunun içindeki banklardan birine oturmaktı. Gördüğüm ilk uygun bankta cep telefonuyla konuşan bir kız gördüm. İçimden bir ses (size ne kadar alakasız gelir bilemem ama) “onun yerine benim orada oturmam gerekiyordu, hak etmiyor kız o an, bu bankı” dedi. Gözüme görünen onun boş boş ve aptalca cep telefonuyla konuştuğuydu. Sonunda inatçılığımın ödülünü aldım ve manzaralı bir bank buldum korunun içinde. Ama “hak etmeme” rağmen epey uzun sürmüştü bu çaba. Acaba hak etmeseydim hemen bulur muydum? Oturdum. Önümdeki ağaçları kıskanasım geldi. Önlerindeki manzara çok güzeldi ama ne de olsa onlar ağaçtı; manzara ne kadar güzel de olsa benim gibi kalkıp gidemezlerdi sıkılsalardı. Ayağıma bir sinek kondu. Hayıflanmadım “niye kondu diye, en azından kolumla onu savuşturabildiğim sürece gücün bende olduğunu hissettirmeye yaramıştı. İlerdeki tepelere baktım, ağaçlara baktım, rüzgar da ürpertiyordu arada.. Kalkıp geri dönmeye koyulunca ama, hiç özlemedim nedense orayı. Geldiğim yerden geri döndüm. Kestirmeden gideyim dedim. Kestirme kapalıydı; duvar yıkıyorlardı, taşlar düşüyorlardı o yoldan. Geldiğim yoldan geri dönmedim ama başka bir kestirme buldum. Ofise geri döndüm, 2 saat sonra da eve.. Ama çok yoruldum dün, o yüzden çok rahat uyudum.

Metaforlarla dolu olmuş bu gezim ve günüm diye içimden geçirdim..

* Friedrich Nietzsche

17 Temmuz 2007 Salı

12 Temmuz 2007 Perşembe

çakar almaz

Staja başlayalı 2 hafta oluyor. Sabah 9-akşam 6 mesaisi ve alışamadığım tek şey tabldotta çıkan yemek. Benim gibi kahvaltıda bile fast-food yiyesice birine annesi dışındaki birilerinin yaptığı ev(imsi) yemek uymuyor ne yazık ki. Yiyemiyorum. İş arkadaşlarım ve stajyerlerle de aram güzel. Ama biri çakar-almaz'ın 2. tanımına uyuyor tam: Stajyer arkadaşlardan biri yaz okuluyla aynı anda staj yapmaya kalkınca haftanın 2 günü yarım gün geliyor, diğer günlerde kendince oyunlarla yarım güne çeviriyor mesaisini. Kendini uyanık sanan insanlarla - hatta bununla kalmayıp diğerlerini enayi yerine koymaya çalışanlarla- iyi geçinemem, ve ne yalan söyleyeyim "pislik Berkin" olurum. Eleman ilk haftadan beri kendisine verilen program yazma işlerini yapmıyor.(Hatta ilk yazma işini de biz paylaşmıştık, sınavı vardı garibin) Mesai 9 da ama 10, 10.30 gibi saatlerde geliyor. (eee tabi uyanık milletiz, 9'u geçirmene bişey denmediğini anlayınca yarım saat yarım saat artırarak as tabii stajı, hakkın(!) ) Dün bize verilen 10 sayfalık yazma işini bitirdik ama ona verilen 22 sayfa (biriktiğinden) masada kalmış. öaktırmadan arazi olan part-time stajyerimiz bugün de gelip hemen kütüphaneye sıvışmış ki ortalarda görünmesin, bugüne bitmesi gereken iş de bize kalsın. Ben önce "Lost-daşım" Mehmet abinin ricasını kırmadım 10 sayfayı aldım. Ama kendime saygım olduğunu düşündüm. 3-4 cümlelik 5 sayfayı yazıp gerisini çakar-almaz!a bıraktım. Tahmin edin ne zaman yüzünü gösterdi firari?

-Abi yemeğe gelmio musun?

Hayır dedim, midem biraz rahatsız. Sen şu 5 sayfayı yazıcaksın...

Aldı, baktı masama bırakıp yemeğe gitti. Bakalım yazdırabilecek miyim. İş inada binince 10 kaplan gücündeyim ne yazık ki..

çakar almaz'ın 2. tanımına uyan kelimeyi de servisteki amcadan duydum. Her gün sabah ve akşamüstü servisle eve gidiyorum ya; işte bazen için için epey güldürüo amcalar beniş dolaylı da olsa. Sesi çok gıcık olan 9-10 yaşlarında bir çocuk hergün annesiyle işe geliyor ve en arka sırada annesi onu amcalara emanet edior. Bu amcalara oyun maceralarını anlatan çocuktan ne zaman sıkılırsa amcalar, "orta yaşlı memur amca takılmalarıyla" dalgalarını geçiorlar:

ç: oyunda adamların beynini patlatıorm, vıdı vıdı.. Şöle silahlar var: pompalı, taramalı, lav silahı, tüfek,...
amca: çakar almaz yok mu çakar almaz?
ç: yok ondan

Ben gülüorm kendimi tutamayıp...

çakar almaz ne manalara mı geliyor:

http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=%E7akar+almaz

11 Temmuz 2007 Çarşamba

Bazı şeyleri sadece hayallerde yaşatmak çok daha çekici geliyor bazen.. Özellikle de gerçeğini yaşamak yorucu, yıpratıcı geldiği -ve hatta hayalkırıklığı yarattığı için. Hani romandan uyarlama bir filmin önce kitabını okuyup sinemaya ondan sonra gidenlerin hayalkırıklığı gibi. Romanda her şey bizim hayalgücümüz kadar geniş.. Kahramanları, olayları.. Ama filmi öyle değil ki. Daraltır her zaman romanda kurduğumuz o dünyayı.
http://www.bilkent-koza.org/baslik.aspx?f=6&no=13
http://www.koza.bilkent.edu.tr/

Hayatımda yazdığım ilk öyküyü göndermiştim, olumlu yorumlar alıyorum beni epey sevindirio bu durum. Yeni bir öykü yazmak bununla da kalmayıp onun hikayesini ayrı bir dünyada oluşturmak, öykünün kahramanlarına kendinden birşeyler katmak veya hiç yaşamamana rağmen onun yaşadıklarını yaşamışsın hissi verebilmek okuyana. İşte bunlar güzel şeyler

10 Temmuz 2007 Salı

Amy Holland-She's on fire
A-HA- Living daylights....

Arada böyle bir kaç şarkı tavsiye etmeyi düşünüyorum artık, yukardaki eküri gibi bazılarının hikayesi veya anlamı olabilir benim için bazılarının ise olmayabilir. Bunlar mı? Bilkente gelmeme dolaylı yoldan katkısı olan ve bir zamanlar her gün dinleyerek Cope'dan A almamı sağlayanlar, respectively. Abarttmadım yaw, etkileri vardır bende

20 Haziran 2007 Çarşamba

...because we do not know when we are going to die; we get to think of life as an inexhaustible well and yet everything happens only a certain number of times -and a very small number really. how many more times will you remember a certain afternoon of your childhood -an afternoon that is so deeply a part of your being that you cannot conceive of your life without it? perhaps four..five times more. perhaps not even that. how many times will you watch the full moon rise? perhaps twenty and yet it all seems limitless.

paul bowles

18 Haziran 2007 Pazartesi

fantastic 4

Lost
prison break
my name's earl
heroes

4!ü de elime geçti canım arkadaşımın sayesinde ve ilk olarak başladım lost'a.. Hadi bakalım hayırlısı olsun

16 Haziran 2007 Cumartesi

Şu anda yüzbinlerce genç boş gözlerle ve anlamsız bakışlarla evlerinde oturuyor. Bir saat kadar sonra da uyumaya çalışacaklar. Ama bu büyük baskı sebebiyle ilk bir saat uyumak mümkün olmayacak. Yatakta dönüp dolanırken, bir anda dalacaklar ve yarın sabah 7 gibi uyanacaklar. Çoğunun korktuğu başına gelmeyecek. O sabah eğer uyumak için ekstra bir katkı alınmadıysa genelde dinç uyanılır. Her günkü denemelere gidildiği gibi bir psikoloji kesinlikle olmayacak. Bir kere cevap kağıdının rengi bile zaten turuncudan farklı olacak. Evde eskiden kalma milyon kalem bile olsa, bir gün önceden alınma "brand new" kurşun kalemler olacak. Silgi bile sınav salonunda açılacak. Su ve çikolata ritüelin bir parçası olduğundan, kesinlikle alınacak. Çikolatanın o anda yenmeye başlansa bile zihni açmadaki etkisinin sıfır olduğu, anca geceden yense etkili olmaya başlayacağı, zaten biyoloji dersinden bilinecek. Heyecandan ve sınavda geçilen trans halinden dolayı suya erişim hayal olacak. Anne ve baba dışarda bekliyor olacak. Baba heyacanlı olduğunu çaktırmamak için aldığı gazeteye gömülecek. Anne de bildiği tüm duları okuyacak, hatırı sayılır kısmı Yasin okuyacak. En ufak gürültü çıkaranlara öğrenci velilerinn tepkisi sert olacak. Sınav başlayacak. En başarılı kısımlardan başlanacak. Ama ilk beş dakika heyecandan sorular tamamen bilinçdışı yapılacak. Sonra bu sorular sanıldığı gibi uzaydan gelmemiş denilecek. Matematik zor olacak, pi'yi 3 alan sıçacak, Türkçe'de de çeldiriciler olacak. Fizikte işlem olacak, tarih zaten bi alem olacak. Kesinlikle 4 yanlış insanüstü çabalarınızla bulduğunuz bir doğruyu götürecek (sadece bu sınavda olur o). Kontrolü bırak, çoğunluk tüm soruları bile yetiştiremeyecek. Hiçkimse kapasitesinin yüzde yüzünü kullanamayacak. Sınav bitecek, evet o da bitecek. Cevap kağıtları ve kitapçıkları toplayan gözetmen sanki iğne vurulmaya gelmişiz gibi "herkese geçmiş olsun" diyecek. Kimi hayalkırıklığıyla kimi mutlulukla gözlerindeki kaygıyı yapay tebessümle kapatmaya çalışan ana babaların yanına gidecek. En koyanı da genelde bu olacak: Umutlara karşılık verildi mi verilmedi mi?

Hayat, yemekle zevkle içilen ama yemek bittikten sonraya artan kolanın tadı gibi olacak. Sınav temposunda yapılan tüm planlar, sınav sonrasına ertelenen tüm hayaller, sınav sonrası girilen boşlukla hatırlanamayacak, içilmek istenmeyecek. Sınavdan sonra o kanaldan bu kanala koşuşturan uzman-cıkların her sene ezberden diyecekleri gibi, asıl zor kısım bundan sonra başlayacak. Sınav sonuçlarının belli olması ve tercihler. Haaa, unutmadan, gelenek bozulmayacak, benim girdiğim seneki gibi Öss gene bir babalar gününe denk ge(tiri)lecek.

15 Haziran 2007 Cuma

Demirbaş-Fikret Kızılok

vendetta

Amerika'da bir namus cinayeti yaşanmış. Geceyarısı içine sıkıntı düşmesi sonucu uyanan(?) bir adam karısının yatakta olmadığını farketmiş. Bunun üzerine yukarı kata çıkınca karısını myspace.com da bir adamla oldukça samimi bir şekilde chatleştiğini (wowww chattiamoooo!) görmüş ve tabancasını alıp bilgisayara 2 el ateş edip, bilgisayarı öldürüp, namusunu temizlemiş.

Bu çağdışı olayı kınıyorum
Bu pc'nin intikamı alınacak..
Çipi yerde kalmayacak..

13 Haziran 2007 Çarşamba


Mantık mı duygular mı? Hangisinin doğruya götürdüğünden çok daha önemli bir şey var: Siz hangisini tercih edeceksiniz.
Televizyon bir garip kutu, bakıyorum bakıyorum bu ara, reklamlar, yeni klipler, haberler neler neler, tam bir yaz temposu..

Braun’un bir reklamı var, benim de anlamadığım bir ayrıntı var: Hangi erkek kız arkadaşına “mini etek sana çok yakışıyor” der ve alması için ona baskı yapar. Bir de kötü yola düşürmeye çalışan cin gözlü kız arkadaşı:

- (fıldır fıldır göz) Almış kısalarıııı!!

Bir de bi Kenan var. Canı sıkılan.

Bi Kenan vardııııı, canı sıkılannnn, canı sıkılannnn….

Kardeş kaç yaşına geldin bi askere gitsen artık, hem vakit geçmiş olur.

Yoklama emri geldiiii, sıkıntı bittiiii, sıkıntı bittiiii…

Ayrıca kanalları geziyorum, o ne! George Michael! Türkçe konuşuyor, güneş gözlüklerini hiç çıkartmıyor. Yanında komple tikiler, aaa şarkının girişi “hit the road jack”…. Amannn bize ne
7 yıl aradan sonra bomba gibi döndü, artık onun sırasıymış. 2 sene kadar önce bi albüm daha vardı ama o sayılmaz, beyaz sayfa açmıştır, karışmayın
Bundan sonra yemeklerimi kendim yapacam. Tembellik etmemek lazım, sonra ağır faturalar çıkabiliyor… Yemeği söyledik, küsüratlı bişey tutuyor ben de para üstünü tam almak için bozuklukları ekleyip öyle verdim paranın üstüne. Adam 50 liliği ve bozukluğu aldı; alış o alış. Noluyo dedim, adam uyandı Allahtan. Pardon tam verdiniz sandım diye. Yaw şu seçimler yapılsın bitsin, halkın kafası çok karışık, toplumda infial var…

İlk senemi hatırladım. Bu sipariş mevzularıyla ilgili ne anılarımız vardı be. Pideci evin adrsini ezberlemişti.

- Eeee ben 1.5 kıymalı sölücektim.. Adres: XXXXX Mah, XXXX sitesi, D blok, ……
- No 12 de mi abe?
-evet aq, evettt,

kebap yiye yiye şivem bile değişmişti o sene… Ünlü türkücü Berkin Ramses….

Hatta 100 metre ilerdeki Domino’s a abone olduğumuz zamanların ardından eve annem gelince, sipariş vermez olduk. Bu duruma canı sıkılan adamlar evi aramışlar bir gün ve annem çıkmış.

- Berkin bey niye artık sipariş vermiyor, yoksa pizzalarımızdan şikayeti mi var?
Annem: yok evladım, onun annesi geldi

Yalanım varsa şurdan şuraya sipariş vermek nasip olmasın…

12 Haziran 2007 Salı

2 şaşkın

Eve 19.30 sıralarında yoğun bir başağrısıyla dönüş, hemen kafayı vurup 21.30 a kadar yatış... Kalktım sonra bişeyler söyledim. Apartman kapısının zili çaldı, sipariş geldi deyip açtım, gelmesini bekliyorum kapıyı açıcam sonra da. Ondan önce abim geldi :) Anahtarla açtı kapıyı. Allah allah! Bi gariplik var, elinde benm anahtarlık... 2 saat kapıda mahsur kalmış benm anahtar :P

Aynı anda da sipariş geldi. Ne kadar dedim, adam 12 dediği anda, Neeee? dedim ki sipariş 8 tutmalıydı

- Aman pardon ya, 8 sizinkisi, No:12 ya; kafam karıştı :)))
- :))))

İçeri girdik; abim:

- olum aşık mısın, niye unuttun kapıda anahtarı?

yoooo, şaşkınım..

10 Haziran 2007 Pazar

Roger Sanchez - Another chance

- is that your heart?
- yes
- it's big!
- it's small now..
- small?
- yeah, it was bigger before
- scary!
- yeah,that's my problem

8 Haziran 2007 Cuma

Kızarım haa!

Marketten geldim, kapıyı açıp apartmana girerken çığlık çığlığa bağıran bir çocuk. Çömelmiş yere asansöre binmeyi reddediyor. Ben tam asansöre binerken annesi:

- Bak bağırma abi de kızıyo…

Teyzecim beni ne karıştırıyosun, belki ben çocuğun bağıranını seviyorum.
Asansörle yukarı çıkarken düşünüyorum: Böyle bir yetiştirme tarzından olacak, çok takıyoruz galiba o ” abi kızar, bu teyze rahatsız oluyor, elalem ne der” leri… Bunu ailenizin korsan psikanalisti olarak dile getiriyorum, fazla da kafamı yormadım, zira sadece 3 kat çıktım, ev daha yukarda olsa belki de daha derinlerine inerdim bu konunun :P

-Bu arada, dün itibariyle Ankara'ya ayak bastık..Hiç bişey değişmemiş, yağmur hala üzerime üzerime yağıyor

3 Haziran 2007 Pazar

“Kalıbı dinlendirmek” ne zaman duysam beni gülümseten bir deyim. “Kendini akışa bırakmak” da keza öyle. Şu anda beni en çok anlatan bu ikili..

OS’u C ile geçmem içime dert oldu. Utanmasam “ulan o kadar sıkıntı çektik, bazen kalacağımızı bile düşündük, niye D değil de C geldi?! ” falan diyeceğim.
Finallerden sonra hep olur aslında bunlar. O 2 hafta, eğer benim gibi dersi derste öğrenme geniniz eksikse en zorudur. Çalışmanızı her şey zorlaştırabilir. O döneme kadar hep sokaklarda sürtseniz bile herkes gezip tozarken tıkıldım, bunalıyorum, ah başııımmm, Mazlum’u getirin!! Dersiniz. Finallerden sonra şunu bunu yapacam diye listeler hazırlarsınız; ama o liste kafanızdan başka bi yere not edilmediğinden finallerden sonra uçuverir. Ne bileyim; yeni bi senaryonun taslağı kafama girer benim bazen, bazen hoş bir öykünün başlangıç paragrafını yazmaya yeltenirim ben mesela.. O heyecan ve ilhamla bir not alırım onları bir de kitaba bakarım. İkisini aynı anda ve yarım yaparım ben o haftalarda.

Niye? Çünkü ertelemeyi ertelemek lazım belli bir yaştan sonra (öh ülenn, yaş kemale erdi sanki) Aksi henüz kanıtlanmadığı için dünyaya bir kere geldiğimizi varsayıyorum. 21 yaşındayım ve bir daha asla 20 olamayacağım. 17 sinde yapabileceklerini (mesela)25 ine, 30 una ertelemek, geçmişi düşünüp durmak, karar verme aşamalarını uzatıp hayatını bulanıklaştırmak demek, hayatı ve içindekileri kendine zehir etmeye kalkışmak demek. Tereddütler de yersiz... -Doğru veya yanlış- bir kararı almak için, hindilere özenmeye gerek yok. Çünkü eğer hemen kararlar alıp uygulamaya geçince yukardakinin rüzgarını daha bir kuvvetli alıyorsunuz arkanıza (vay, çok mistik oldu bu!).

En az bir aç kere kaptırın kendinizi akışlara, rüzgarlara bence. Sürükleniverin yaw bulutlara, manzarayı beğenmezseniz inersiniz tekrar yere. Geçmişte kimi filmlerden ve kitaplardan derlediğim birkaç şey var aşağıda, hak verir misiniz bilmem.

1- Uzun uzadıya düşünmekten bir alışkanlık doğar
2 - Etraflıca düşündükten sonra her şet mantıklı gelmeye başlar
3 – Düşünmekten bıkılınca varılan yere sonuç derler.

İyisi mi siz bunları bir düşünün :P

1 Haziran 2007 Cuma

Ben notların açıklanmasının haftaya Salı olduğunu sanarken bu Çarşamba olmasını öğrenmem, sakin tatilimi heyecan dolu bir maceraya dönüştürdü. Os’cu geçirdi mi, microp dan ne alıcam acaba ve Özlem Saçak bana ne oyun oynayacak sorularımın cevabını bir kaç saat içinde aldım. Bunun için Merve’ye teşekkürü bir borç biliyorum, o olmasa hala gelecek çarşambayı bekleyecektim. Evet şimdi gelin, bu dönemki dersleri tek tek irdeleyelim neler oldu neler bitti bakalım:

Operating Systems:

Nam’ı diğer OS. Bu dersi almadan dersin dedikoduları gelmişti hepimize ve ilk haftadan çoğu kişi D ile geçelim yeter bize diyordu (evet ben de öyle diyordum) İbrahim Körpeoğlu’nun efsaneleri çınlıyordu kulaklarda. Yok efendim mail attığınız zaman saat kaç olursa olsun 5 dakikada cevap yazıomuş, yok efendim sınavlarda projelerden soru sorup yapamayınca -80, -90 verip projeleri eksiye düşürüyormuş, yok efendimhocayı ormanda kurtlar büyütmüş, vb vb…
Bu dönem bu koşullarda en düzenli çalıştığım ders olan OS, ilk quizinden finaline kadar “bişeye nasıl başlarsan öyle devam eder” kuralını işletti bana. Hocanın muazzam İngilizcesi ve esprileri beni güldürmeyi başardı dönem boyunca. Hem de “sabahın körü” derslerinde…

- Evvettt, bu da 2^41 child eder çocuklar!!
-Hocam amma çok çıktı ya..
-Hocam curve’e ne veriodunuz, A verdiğiniz öğrenci oluo mu!!!
- Ne var veririm A, 2^41 e kadar sayabilene hemen A vereyim (Düşünmedim değil)

Lap-top uma Linux kurmak zorunda bırakıp, Live Messenger çalıştıramama sebebiyet veren, son projesinde az daha harddiski göçerten bu ders, bize azmin elinden bir şeyin kurtulamayacağını öğretti. Sonuç mu?: C

Psikoloji:

Bu dersi almak için bir hafta uğraşmıştım. Almaya çalışırken o kadar sinir harbi yaşadım ki, en sonunda programıma eklettiğim vakit, sevinememiştim bile. Kitabı için masa değil rahle gereken psikoloji, hocası sevimli İngiliz Oliver Wright tarafından “renklendirilmeye” çalışılan bir ders. Ama nasıl bir Cs‘çiye must ders olarak signal verince patlıyorsa, bu dersi işletmeye must ders verirseniz patlıyor. Bu dersi işletmeye must vermenin mantığını çözmedim şahsen. İlk midterme dek hınca hınç dolu olan section, sınavdan sonra birden boşaldı. Ben de midtrem den sonra uğramamaya başladım ancak derslere girdiğim zaman hocayla diyaloğa giren tek adam olmam beni epey şaşırtıyordu.

Konu yanılmıyorsam “language” idi. Ve dilde ambiugity tartışılıyordu. Slide da örnek cümleler geçerken hoca bir cümlenin 2 ayrı anlamını sordu. Cümle sanırım “The chickens are too hot to eat” idi

Oliver: What are the possible second interpretation of this sentence, falan filan..
Ben: The chickens are too sexy to eat..

Başka bir anlamı daha varmış bundan başka, hoca o yüzden kabul etmemişti bu anlamını J Bir de psikoloji bölümüne denek olma imkânınız da oluyor bu dersi alınca tabii ki karşılığında size ekstra not olarak dönüyor. Ben bu dersten çok şey öğrendim şahsen, hoşuma da gitti, herkeslere tavsiye ederim. Sonuç: B

Signal:

Bu dönem bize dayatılan 2 elektronik dersinden çerez ve aynı zamanda ayakbağı olan bir güzel dersti bu. Sanırım elektronikçiler bu dersi almadan önce complex calculus alıyorlar ayrıca onlara lab da var. Ama biz harika çocuklarız(!) ya, lise complex sayılar bilgimizle ve labsız olarak, üstüne üstlük resimli mecmua kitabıyla(labirent gibi kitap) başladık Signal maceramıza J İlk hafta derse girdim, dersin hocası Billur (Barshan) bir tatlı kadın! Dersi çok güzel işliyor, harika not tutturuyor, kibar… Ama bir şey eksik ki kimse derse gelmiyor. İkinci haftadan itibaren derslere girmemeye başladım. Abimin kütüphanesinden arakladığım signals&systems’e biraz göz gezdirdim. İlk quize ve midterm ile finale girdim. Finalden önce bana bir defter notunu çok gören arkadaşlarımın kulağını çektim.. Sonuç mu?: C-

İtalyanca:

İtalyanca! Özlem Saçak!! Allora, andiamo…

Açıkçası İtalyancaya stres atmak için giriyordum. Ben de bu dile olan doğal yetenek sayesinde(!) hiç zorluk çekmedim. Hocanın hafıza kayıpları sebebiyle işlediği yerleri tekrar tekrar işlemesi, vermediği ödevleri yapmadığımız için bizi azarlaması, tüm sınıfa tripleri bana özel tripleri, laf sokmaları, aldığım notları çok görüp inanmaması, coniglio in umido’su, sayesinde artık Starbucks’a section olarak artık başımız dik olarak gidebilmemiz(tüm kahve çeşitlerini öğretti, yetmedi bir de tarif dağıttı)

Ben, vıdı vıdı vıdı.. hihihihih…
Signora Saçak: non parla non parla… Berkiinnn yeter artık, bıcır bıcır ne dion sen, dublörüm müsün benm devamlı konuşuon yanındakilerle
Ben: !??.. vıdı vıdı vıdı…

Kitapta anlamını bilmediğimiz bazı kelimeler vardır, bunlardan biri de traghetto‘dur. Hoca anlamını sorar, bir arkadaş:

- Trajedi di mi hocam!!
Signora Saçak: Hayır, arabalı vapur demek

Final için arkadaşa söz verilir beraber okulda çalışmak için, sınavdan yeni çıkılmıştır, kafa kazan gibidir, arkadaşın gelmesi gece 10’u bulur. Bir sınıfa kapak atılır, Çalışılır, rehavete kapılır bu arkadaşlar. Gözlüklü olanın karnı acıkır, arkadaşıyla köfteciye giderler, yetmez, arkadaşının arkadaşını ziyaret ederler. Geri dönerler, konuları zar zor bitirip 4 gibi arabada uyurlar. 7 de uyanırlar. Berkin’in kafasını toplaması 1 saati bulur. Berkin poğaçasını çayını bile bitiremeden sınav başlar. Berkin yanındaki sıraya koyar erzağını. Sınavın ortasında gözlemcinin canı çeker, göz koyar poğaçaya, alır bir parça. Sonuç mu?: A-

Microprocessors:

Ben dijital almışım, corg almışım, assembly kotamı doldurmuşum. Biz zavallı cs cilere ‘must’ olan güzel olduğu kadar küstah olan dersimiz Microprocessors (niye microp diyorsunuz yaw) Nail Akar önderliğinde 5 sectiona dağılmış vaziyette önümüze kondu. Pazartesi sendromunun yanında ilk lab sectionu olmanın getirdiği stres ve buna bağlı kaynak(!) eksiklikleri de cabası oldu. Dersin kitabının ne mal olduğu zaten renginden belli, içeriği deseniz bir chapter’ı 3 kere okuyup anlamamanız için tasarlanmış. Elektronikçilerle karışık aldığımız için ve benim o sectionda ki hiçbir ee ciyi tanımamamdan dolayı Anıl’la hemen lab partneri olduk. Benim OS dan dolayı başım bağlı, o aralar OS dışında geri kalan hiçbir derse bakamıorz, Anıl derslere bile gelmiyor. Başladı lablar ve biz lablara hep son gün bakıyoruz, pre’leri son anda yazıp labda da koda başlıyoruz. Çok eğleniyoruz ama, ve her seferinde bir şekilde lablar bitiyor.
Devreleri bağlamada sorun yaşamamamıza rağmen, belli ki diğer cs pairleri yaşamaktaydı ki, 4. labdan önce ani bir asistan darbesiyle partnerler değişiverdi. Sanırım maksat, devrelerde elektronikçiler tecrübeleriyle yardım etsinler cs cilere ve cs ciler de kod yeteneklerini konuştursunlar J Bu melezleştirme projesi ne kadar başarılı oldu bilinmez ama benim lab partnerim beni cs ciliğimden utandırdı.Genelde kodları kendi yazdı ve ona doğru dürüst yardım bile edemedim. Her labı mutlaka labdan önce bitirdi, hatta bir labı 3 yoldan yapmıştı, devreleri de kendisi bağlayıp bana hiçbir şey bırakmıyordu. Labda hızına yetişilmeyen partnerimin yanında benim yaptığım tek iş oturmak oldu. Labları 1 veya 1.5 saate bitirip rekor notlar aldık, açık konuşmak gerekirse bu dersi geçtiysem sebebi final notum ve lab partnerim oldu. Sonuç mu?: D+

22 Nisan 2007 Pazar

Gece, sen ve ben

… Sonra yağmur başlayacak gece, sen ve ben ayrı yerlerde gözlerimizi kapayıp birbirimizin rüyalarına girmeyi ümit ederken. O kadar masumsun ki, seni uyandırmaya yetecek yağmurun sesi. Ben ise ancak yağmur dindikten sonra açacağım penceremi. Dışarısı soğuk olacak biraz, bulutlar kapkara ve her yer betonken umudum gibi nerden geldiğini anlayamadığım toprak kokusu dolacak içime… O kadar sessiz olacak ki burası, düşünecek hiçbir şey olmayacak aklımda… Senden başka! Tek bir soru sonra, tek bir soru. Acaba düşünüyor musundur sen de beni? Eğer düşünmüyorsan mutsuz bucaksız kalacak içimdeki sensiz boşluk, avutacağım gözlerimi kapatıp, badem gözlerinle kendimi. Anlamalısın beni.

20.04.2007

20 Nisan 2007 Cuma

bahar

Çocukluğumu geçirdiğim evi çok iyi hatırlıyorum. Lojmanımızın arka balkonundan annemle-babamın işyeri; ön balkonundansa mart başından itibaren bahar görünürdü. Bir tren yolu ve önünde –en azından benim için- uçsuz bucaksız bir orman. Bahar geldiği zaman binlerce papatya ve gelincikle dolardı ki orası baharın geldiğini anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Bir de kaplumbağa gördük mü arkadaşlarımla neşemize diyecek olmazdı. Ağaçlara tırmanıp olmamış incirleri toplardık. Hortum borularını tüfeklere benzetip, tüf-tüf savaşları yapardık. Yün yeleklere yapışan yeşil başakları birbirimize uzaktan atar kaçardık. O zamanlar güneş içimizi de ısıtırdı, neşeli olmak için birçok nedenimiz vardı, sebepli-sebepsiz güldüğümüz anlarımız. Mutlulukla birlikte umut hüküm sürerdi. Ailelerimiz sorunlarını sezdirmezdi ki bize, hem anlayacak aşta değildik zaten biz hayatın yüklerini ve dertlerini. Sorumluluğun mermer soğuğunu. Hayal kırıklığını.

Sanki umudun hala hüküm sürdüğü ama hayal kırıklığının tuzla buz ettiği bir çağdayız artık… İlkbaharın geldiğini anlamak için epey bir çaba harcıyorum kendi adıma. Sonbahar bir türlü yakasını bırakmıyor buranın. Hala 6 yaşında olsam ağlardım “beni geri götürün” diye. Ama büyümek boğazındaki düğümleri istemeye istemeye yutmak, yutabilmek ve dayanılmaz olana dayanmak demekmiş.

Bugün son derste hatırladım bunları bir anda… Hem mutlu oldum hem de buruk. Aynı anda.

6 Nisan 2007 Cuma

Papatyalarla

" Sessiz yürü, O yakında,
Karların altında;
Usulca konuş, O duyabilir,
Açan papatyalarla.. "

-Oscar Wilde-

5 Nisan 2007 Perşembe

5.4.2007

delikanlı:
Zerdüşt, sen doğru sölüyorsun. yükseklere çıkmak istediğimden beri kendime güvenmiyorum. Artık kimse bana güvenmiyor. Bu nasıl oluyor? Ben hızla değişiyorum. Bugünüm dünüme zıt düşüyor. Merdivenleri çıkarken çok defa, bir iki basamak birden atlıyorum. Bunu hiçbir basamak bağışlamıyor. Yukarı çıkınca kendimi her zaman yalnız hissediyorum. Kimse benimle konuşmuyor. Yalnızlığın buzu beni titretiyor. Yükseklerde olmayı neden istiyorum? Benim küçümsemem ve özlemim beraber yürüyor. Yükseklere çıktığım oranda yükselenleri küçümsüyorum. Yüksekte olanların işi ne? Yükselmemden ve sendelememden ne kadar utanıyorum! Solumamla ne kadar alay ediyorum! Uçanlardan ne kadar nefret ediyorum! Yükseklerde ne kadar yorgunum.

Friedrich Nietzsche- Böyle Buyurdu Zerdüşt

29 Mart 2007 Perşembe

Bombayız netekim..

Sınava gidecem, durakta beklerken 2 tane ilkokul çocuğu geçiyordu. Ellerinde bi kitap. "Ne len o kitap öle" dedim birine; "Abi Türkçe kitabımız " diye cevap verdi. Açtım rastgele bi sayfayı. Gururumu kabartan bi dörtlük:

Biz biliriz bizim işlerimizi
İşimiz kimseden sorulmamıştır
Kılıçla mızrakla topla tüfekle
Sırtımız bir kez bile eğilmemiştir...

Yapmayın artık yahu, illa öyle olacaksa bunun scoud füzesi var, daha da iyisi "diplomasi" si var, Makyavel'i var, "Prens"i var...

27 Mart 2007 Salı

pesss

İtalyanca'dan çıktık arkadaşla, ben toplantıya gidecem, o da evine:

ark: abi bugün cuma de miii?
ben: yok bee olur mu.. perşembe
ark: lan dur salı yaa pardon.. ne çabuk geçti 4 gün yaw

şaşkınız şüphesiz..

26 Mart 2007 Pazartesi

motionless

www.jagler.com.tr

bu ezgiden etkilenmeyen insanların duygularından şüphe ederim. Ve hemen soldaki mısralar niye benim aklıma gelmedi de kalemimin karbonlu kısmına ilham vermedi diye için için kıskanırım yazarını... Arka planımda saatlerce çalsın, sarhoş olana kadar ben.. Hayatınızda hiç hapsolduğunuz hissine kapılmadıysanız, dinlerken yaşarsınız sanki bu hissi. İçinize girip sizi ters yüz edecekmiş gibi

O kadar kafam karışık ki; artık kendimden eminim..

26.03.2007

İyi ol fakat çok iyi olma. Birazcık huysuz ol fakat çok değil. İçinden
geliyorsa dua et. Eğer sana rahatlık veriyorsa arada bir küfür de et.
Etrafındakilere mümkün olduğunca dostça davran, müşfik ol. Eğer bir gün kötü davranmanı gerektirecek bir durum karşısında kalırsan; bağır, çağır, kır, dök ve unut! Her zaman ve her yerde eline geçen bütün saadeti yakala, en ufak
bir parçanın bile kaçmasına izin verme. Yaşa her şeyden önce yaşa ve sırf
tesadüfen bu dünyaya gelmiş olduğun için, laf olsun diye günlerini geçirme.
Eğer gerçek aşkı tanıyacak kadar şanslıysan; bütün kalbin, ruhun ve bedeninle
sev! Hayatını o şekilde yaşa ki; her an kendi elini sıkabilesin ve her gün
faydalı olan, hiç olmazsa bir şey yap ki; gecelerin yaklaşırken örtüleri
üzerine çekip kendi kendine "Ben elimden geleni yaptım" diyebilesin.
Düşüncelerin neyse hayatın da odur. Hayatın gidişini değiştirmek istiyorsan
düşüncelerini değiştir...

William Shakespeare

25 Mart 2007 Pazar

Pazar Gecesi

Mayıs 25...

Sonuda ilk teaser, ikinciyi de beklemekteyiz, hatta çalınan script ten favorim (sürprizi bozuyorumm)

JACK SPARROW in a surreal desert (Purgatory) falling into quicksand and crabs. BARBOSSA reaching to pull him out.

JACK SPARROW: I'll not be saved by the likes of you!

Folds his arms in refusal and continues to sink.

BARBOSSA: And I don't want to be saving ya, but I don't see any sea turtles around to help ya now Jack.

:))

22 Mart 2007 Perşembe

beautiful life-ace of base

con te partiro..

Yarın büyük ihtimalle okula gidemeyeceğim. Zira cumartesi sınav var ve son güne çalışıp mucize arayacağım. Ondan sonra da tatile kadar sınavlar.. Tek tesellim hiçbir şeyi ertelememem. İnsan sevdiği şeylere zaman ayırmaz ki, o zamanı ne olursa olsun yaratır, böyle yapmayanlar hayattan ne bekleyebilir ki.. Ama bu yüzden zihnim bu kadar yorgun kelimelerim gibi, hakkı ödenmiyor ki.. Eğer bir anda birine inanılmaz derecede patlarsam veya en olmadık yerde en olmadık zamanda böğür böğür, durmayacakmış gibi ağlamaya başlarsam sinirlerimin bozuk olduğundandır. Kusuruma bakmasınlar, hem öyle bir şey olursa sonrasında özür de dileriz.

Nisanın 2'sinde sınavlar bitecek sonra hemen doğum günüm.. Eskiden bir insanın tam doğum gününde boy attığını sanar; o akşam yatmadan önce yeni boyumu öğrenmeye çalışırdım. Eskiden insanların doğum günlerinde mutlu olma gibi bir zorunluluklarının olduğunu sanırdım. Ama mutlu olmak için özel günlere gerek var mı; veya şöyle değiştireyim: Mutlu olmak için kendisine özel anlamlar yüklenmiş günlere gerek var mı? Bilemem ki, ben çok yorgunum şimdi, tatili beklemekteyim dört gözle, ne kadar uzaklaşsam iyidir Ankaradan; şöyle maviliklere gitsem fena olmaz galiba, temiz hava her zaman yarar bana

20 Mart 2007 Salı

şüphesiz..

Hala bilgisayardan telefonuma mp3 göndermeyi beceremiyorum bir bilgisayar mühendisi olarak... kazmayım ben şüphesiz

ama melodimi değiştirdim, güzel de oldu :P

18 Mart 2007 Pazar

uykum var

Morpheus - Yunan mitolojisinde rüya Tanrısı. Uyku Tanrısı olan Hypnos'un ve gecenin oğludur....

mitolojiden güzeli var mı be
Yanıyor, kendimi eritiyorum
Tuttuğum her şey ışıyor,
Bıraktığım her şey kömür.
Alevim ben şüphesiz...

Friedrich Nietzsche

15 Mart 2007 Perşembe

esará mia colpa, se cosi é?"

bu haftanın panoraması..

allora, andiamo:

geçen salı 8 saatin hepsine girerek kendi adıma ulaşılması güç bi rekora imza atmış, Türkiye'de güzel şeyler de oluyor dedirtmiştim; bu (geçen yani) salı 5 derse girmeyi başarı saydım; italyanca beni çok heyecanlandırıyordu; dağınık, doğaçlama dil ama konuşması hoşuma gidiyor çok... Bi de uzata uzata söylemek kelimeleri, geçen hafta ilk cümlemi kurdum bu hafta boyunca gevezeliğim tavan yaptı italyanca da. Dün, bütün günümü bugünkü sınavına ayırdım ve sonuç kendi çapımda: Benissimoo!

nerdenn nereye; ilk haftaları hatırlıorm:
-evettt, sonraki kelimemiz tragetto..
- trajedi demek di mi hocammm
- hayır, arabalı vapur demek

- vay anassinooo


Allahım, Kaan'la bu hafta oldukça komikti. Yurt hatıralarını anlatıp durdu. Hazırlıkta okuyan kıro arkadaşıyla yaşadıkları.. Hala aklıma geldikçe gülüyorum, bazen derste de tutamıyorum kendimi

Abii, herif hazırlıkta, ingilizce isimleri bile bilmiyor; bi gün geldi bana: "abi, John ne demek" diyo

- Who are you denince soyismini söyleyeceksin
- i am a Çakmaakkk
- "a" koymıcaksınnn!

- Argadaşlaarr,ben yemekten gısmam.. Herşeyimizi paylaşacaz odadaki taam mı?
bu eleman Kaan ların buzdolabındaki kolaları içer, herşeyi götürür; sonra kaanlar bunun bir sucuğunun yarısını kahvaltıda yiyince:
- siz benim sucuklarımı yimişinizz!

Kaan calculus çalışırken; bu eleman (evet gene aynısı)çoraplarını çıkarmış ve tekini calculus kitabının arasına bir anda kitap ayracı gibi koymuş. Kaan şaşkın bi şekilde arkasına dönmüş ve eleman kıro bi gülüş atmış (muhaa- şakaaa hesabı) Bunu bana yapıcak biri ve ben onun kafasını kalorifer peteğine sıkıştırmayacam...

Kaanın hala kankası olan 2 materyalist eleman var, baba parası yemenin en ekstrem örneklerini veriolar. Bi gün bunlar biber den chicken n chips sölemişler.. Kaan da görmüş yerlerken ve "aa bu ne ben de ısmarlayacam, adı ne" diyince "sepette tavuk" ismi demişler. Kaan siparişi öle vermiş ve harbi gelmiş chicken n chips :)) aklıma derste gelenlerden biri, tutamıorm kendimi yaw

Kaan, sosyoloji sınıfında hoşlandığı kızı serviste görmüş, yer vermiş; kız teşekkür ederken kafasını vurmuş. "Abi ben ne talihsiz adamım yaw" diye dert yandı bana

Bir de; Kaan bi seferinde aynı anda hem kafasını vurmuş, hem de dilini ısırmış. Konuşurken aklına geldi. Ulan komik ama kötü beaa :))) olsun komik olması daha ağır basıyor
*****************
İtalyanca sınavında, sebepsiz gıcık kaptığım çocuğun lensi çıktı; geçen hafta doğru cevapladığım sorudan sonra cayıp başka cevap söyleten çok bilmiş eleman gözlemciden cebi açık diye azar işitti bir de fakir babası gibi millete kopya dağıttım sınavda: İktisattaki bi eleman kankası iki kızla sınava geldi, aynı bölümdeler ve bizim sınıftalar. Eleman ii çalışmamış, çaresizliğe düştü, tutaştı bi anda. Boğum boğum olan kız kopya vermedi, fake sarışın-lens kişilik ikinci kız da kalkarken tam kopya verecekti hocadan tırsıp o da sattı elemanı. Ben 45 dakikada bitirmiş arkadaşla geyik yaparken bu benden yardım istedi. Eee arada bi sıra boşluk var açtım kağıdı göremio; baktım olmucak cevapları sırayla silgiye yazıp gönderdim. 3-4 posta sürdü bu böle; eskiden olsa asla böle bişey yapmam; tırsarım yakalanırım, şöle böle olur, 0'ı basarlar acımazlar vb, vb.. Ama olsun banane ya dedim, adam zorda; elime mi yapışcak!

yapışmadı ama silgi mundar oldu..
**************
Aynı gün içinde geleceğim hem çok parlak geldi, hem de yokmuş gibi; tırstım biraz..
**************

Dün babamın doğum günüydü; unuttum, Allah beni bildiği gibi yapsın. İtalyanca'ya da bari böle bi armağan vereyim diye kastım -ne kadar çocukça, salakça derseniz deyin, umrumda değil - Bugün de 2 kişiyi çalıştırdım sınavdan önce; zira sözüm vardı ve ben sözlerinde duran biriyim
**************

Mantık çok sıkıyor, duygular da aldatıyor, hislerim beni -ne yazık ki- hiç yanıltmıyor; bu da kıssadan hissem..

*************

Bir de şunun farkına vardım: İnsanlara bize değer verdikleri oranda değer vermek asil ve yerinde bir davranış... Yoksa yıpranmış paçavralara dönüyoruz; haksızsam haksız diyin.. Gerçekten, gocunmam yani... Aptal durumuna düşmektense, "abi sen de amma gurur yaptın beaa" denmesine göğüs gerebilirim, zira bunun gurur yapmak olmadığını ben kestirebiliyorum; öz-saygı olmasın sakın...

10 Mart 2007 Cumartesi

make-up bana haram

Dün gece fizik çalışırken artık iyice umutsuzluğa düştüm, ben kitaba bakıyorum, kitap bana bakıyor ama nedense hiç birşey kafama girmiyor. Olmayacak bu dedim ve sınava girmemeye karar verdim. Eee nası olacak, bunun raporu var şusu var falan derken, acile gidip rapor almayı deneyeyim dedim...

Metod uyunculuğuma her zaman güvenmişimdir. "Çok hastayım, ölüyorum" tavırlarıyla gittim acile. Başka zaman yokmuş gibi tam o anda suyu patlamış hamile bir kadın getirdiler... Acil serviste ilgilenecek personel yok kadınla ve 7 aylık ikizleriyle. Ateşimi ölçtü doktorlardan biri; 36 çıktı! Bir de cerrahi müdahale ye gönderdiler beni.

Gözlerim yanıyor, ellerim titriyor, başım ağrıyor halsizim diye şikayetlerimi saydım; arada da "yarın sınavım var çok çalıştım lütfen bir günlük istirahat yazın da çalışmalarım boşa gitmesin" dedim. Saftrik kızın söylediği şey: Cumartesi sınavlar sadece ODTÜ de olmuyor mu?

Olmuyor gerizekalı, Bilkent'te de oluyor. Bende herhangi bir bulguya rastlanmayınca ağrı kesici iğne yaptılar bir de.. Kız bir de ordaki başka bir doktora danışayım dedi. Allahım o herifin tipi de tam bir gıcık-inek-emekçi tipi.

Alaycı tavırlarla geldi, "bir düz yürü" dedi. Alkol muhayenesi mi yapıyorsun be gerizekalı! Sonra da sana rapor veremem, "müsbet bişeyler bulamadım, yarına geçer hastalığın" dedi. O an, onun elindeki TUS kitabını alıp gerisini psikopat-yaratıcılığıma bırakıp onda müsbet bişeyler bırakmak istedim. Herifin tipi tam bir "Er veya grey's anatomy izleyip gaza gelmiş pratisyen" tipi, uzun saç da yapmış adamım; bi de bıyık bırak hastaların boğazına kaçsın

Sabah da son şansımı deneyip hocayla konuşmak istedim; ama sınava da girmek istiyorum artık; ne olursa olsun... Konuştuk, "rapor konusunda zorluk çıkarmam ama elin ayağın tutuyorsa gir bence; make-up tavsiye etmiyoruz biz genelde" dedi. Eh dedim; inceldiği yerden kopsun, girelim dedik; ama iğneyi de yediğimizle kaldık...

bu da bir anımdır

3 Mart 2007 Cumartesi

Çam fıstık ağacı ve şimşek
Ben insanların ve hayvanların boylarını aştım
Ve konuşuyorum, kimse konuşmuyor benimle, şaştım.
Ben çok yalnız büyüdüm ve çok yükseğe çıktım
Bekliyorum, neyi bekliyorum ki, neye acıktım?
Bulutların tahtı bana çok yakın diyorum
İlk çakacak şimşeği bekliyorum

Nietzsche



Bugün yağmurun hangi saatte başladığını bilemiyorum, Öğlen 2’de kalkabildiğimden sonlarına yetişebildim ancak. Karın yağmasını her zaman için yağmura tercih etmişimdir; ama bugün yağmurun yağması garip bir huzur veriyor gibi. Bugün evden çıkmamam da etkiliydi tabii ki bunda: Yağmuru uzaktan izlemek, yağarken ondan kaçmaktan çok daha güzel. Güvende olduğunu bilip, “içerden” bir yerlerden izlemek, üzerime çamur sıçratacağı korkusunu yaşamaktan daha güvenli. Islattıklarını ve ondan kaçmaya çalışanları izlemek üzerinize şakır şakır boşanıp, sizi sırılsıklam ve sersem yapmasından daha bir akıl kârı…

Hayali ve akla getirdikleri, gerçeğinden pek daha heybetli ve heyecanlı…

Doğru olabilir mi, yoksa sadece benim mi kafam karışık ve saçmalıyorum?
Öyle mi acaba gerçekten, Yoksa ben mi fazla yorgunum?
Değer mi ıslanmaya, sırılsıklam kalmaya, yoksa ben mi gereğinden çok abartıyorum?

Bu gibi sorular aklıma takılı; yağmur dindikten sonra bile…

28 Şubat 2007 Çarşamba

Herkese güven, sonra da kartları kes

Aklımın kenarlarına takılıp düştüğüm, bilincime kök söktürdüğüm, ve aslında kendime haksızlık ettiğimi anladığım zamanlar bunlar… Şunu da tasdikledim: ruhun yorgunluğunun olduğu yerde fiziksel yorgunluklar epey hafif kalmakta

İd’m ile super ego’m güreşmeye başlasa bir anda kavgaya başlarlar bana kalırsa. “Yeter artık senin isteklerin, hayvan mısın nesin” der super ego; ama id de altta kalmaz: “Senin yüzündendir insanlardaki mutsuzluklar, bana karışamazsın budala, bana ne herkesten, beni mi gözüne kestirdin” Ego da uzaktan izler kavgayı. “Aman yapmayın etmeyin” gibisinden bişeyler mırıldanır ama, epey basiretsiz; kavgayı ayıracağına izler gibi sanki… İd kendine çok güvenir: “Ancak zırhımı çizersin sen, ben ölmem ki, yok olmam ki”

İnsanlara aşırı güveniyorum, bazen gözü kapalı inanıyorum saf köylüler gibi (saf köylü kaldı mı yaa) Tamam güvenmek güzel şey (belki de tehlikeli) ama güvenim boşa çıktığında, ne bileyim, yalan- dolan ekürisi işin içine girince soğuk terler döküyorum. Gözüm kapalı inandığım, güvendiğim, değer verdiğim o tüm insanlar –her kim olursa olsun- benim gözümde alçalıyor, kalbimdeki yerleri de 3-5 kademe düşüyor, soğuk memleketlere tayinleri çıkıyor bir anda. 6 . mı 30. his mi dersiniz artık, yalan söylendiğinde bunu hemen anlıyorum. Sanki sadece benim bildiğim bir tarifi var, hemen anlıyorum. Boğazımda bazı şeyler düğümleniyor, o insan çok değer verdiğim biriyse kendimi öyle kötü hissediyorum ki. Bu, benim kalbimin ısındığı yerlere kovalarca soğuk su dökmek gibi bir şey. Yavaştan uzaklaşıyorum o mahalden…

Dürüst olmayan insanlara karşı tepki vermemek gibi bir lüksüm olmadığına inanıyorum.. Benim de kırmızı çizgilerim var, yapmacıklık, yalan, ve beni küçük düşürmeye çalışanlara karşı pekala Ayşe’yi tatile çıkarmakta tereddüt göstermem. Güvenmek gitgide zorlaşacaksa hayatta, ben de nesli tükenen böyle insanları başımın tacı yapmalıyım; güvenmek istiyorum, hem de çok…

Aman çok serzenişte bulundum di mi, bugün labda çok gümüş boya soludum ondandır…

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için,sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için...

William Shakespeare

18 Şubat 2007 Pazar

Kedidir kedi...


Gecenin 11 buçuğu otobüs dolmuş veya beni eve bırakacak herhangi bir taşıtı beklerken bir çiftin eril kişisinden duyduğum şoke eden tespit:

k-çok başıboş köpekler var ya burda hayatım..
e- evet bitanem ya, ama eve bi tane almak lazım çok sevimliler; hani vardı bi tane köpek türü, bi gözü mavi bi gözü kahverengi; beyaz...

16 Şubat 2007 Cuma

Birler ve sıfırlar...

Üniversitenin birinde hocanın biri derse girmiş. Onun derse girişini takmayan öğrenciler bağırış çığırış ve uğultuya devam ederlerken hoca tahtaya kocaman bir 1 rakamı çizmiş. "Bakın" demiş "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey." Sonra 1'in yanına bir 0 koymuş.uyor: "Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik 1'i 10 yapar". Bir 0 daha koymuş. "Bu, tecrübedir. 10 iken 100 olursunuz". Sıfırları böyle uzatmış: Yetenek, disiplin, sevgi... Eklenen her yeni 0'ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini söylemiş en sonunda. Sonra eline silgiyi alıp en baştaki 1'i silmiş. Geriye bir sürü sıfır kalmış. Hoca sert bir ifadeyle: "Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir" diye bağırdığında sınıfta çıt çıkmıyormuş...

drama

at 17 I went to prison for murder
by 19 i was penniless and heart broken
i almost drowned at 20
my mind started to go at 24
then i had my memory erased at 28 , and by 29 ..... I was in neverland

2007'de de hepimiz Oscar'ı almanı bekliyoruz, hakettin çünkü...

15 Şubat 2007 Perşembe

Blog: Bu aralar beni çok ihmal ettin sen!
Berkin: Farkındayım…
Blog: Bana yeni şeyler yazsana, ilk başladığında ne kadar hevesliydin
Berkin: Yaa, işte dersler falan… Bu haftam özellikle çok yoğundu
Blog: Bana bahaneler uydurma ya, benden daha önemli ne olabilir?
Berkin: Bak anlamıyorsun, bu hafta 1 lab, 1 proje, 3 quiz, bir de patlayan ödev vardı, istikbalim benim bu yaa…
Blog: Ben anlamam, bundan sonra yazacaksan adam gibi yaz
Berkin: Peki peki, yeter ki sen küsme

11 Şubat 2007 Pazar

Şizofren

Geçen yazın yaptığım ilk monolog çalışmalarından biri, buraya da yazmasaydım içimde kalırdı gerçekten…
--------------
İnsanlardan; onların belki de ikiyüzlülüklerinden, saflığı ve içtenliği unutmalarından hatta yanlış anlamalarından, büsbütün başka, duyarsız, kaba ve ahlaksız hale gelmelerinden dolayı; onların tavırlarına ve beğenilerine göre yaşamayı, dolayısıyla onlara her zaman uyabilen esnek bir oyuncu olmayı reddeden ve kendi bağımsızlığını ilan etmeye çalışan, bunun da bedelini aklını kaçırarak ödeyen şu anda bir akıl hastanesinde, uzun yıllardır çektiği şizofreniden dolayı iyice insanlardan kopmuş; onlardan nefret eder hale gelmiş, epey zeki bir delinin Tanrı sandığı, içindeki sesle konuşması nasıl olurdu acaba? Kanımca, bir şizofrenin Tanrı sandığı kendisiyle konuşması kendi kendine satranç oynayan bir insana benzerdi…


Şizofren: Başlangıcımı anımsayamıyorum, açıkçası artık geleceğimi de pek kestiremiyorum. Bu andan sonra yapabileceğim tek şey ikisinin arasında yalpalamak. Ne yapacağım ben! Tanrım, keşke benimle konuşabilsen… Sana inanıyorum, hiç ihanet etmedim. Ama niye bu kadar acı çekiyorum hep iyi olmama, hiç kötü düşünmememe rağmen? Beni burada tutuyorlar. Zarar verebilirmişim onlara. Onlara! Asıl onlar bana zarar verdi, veriyor, verecek. İyi ki izole edildim diye düşünmekten başka tesellim yok. Sana o kadar ihtiyacım var ki… Niye kaybediyorum sevdiklerimi ve artık çekiyorum hiç ara vermeden bu kadar acıyı…

Tanrı: Acılardan kaçarsan mutlulukları da yaşayamazsın; kazanmanın yolu bazen kaybetmekten geçer.

Şizofren: Kim konuştu!? Orada biri var! Orada işte…. Köşede, yoksa sen…

Tanrı: Senden başka kimsenin göremediği bir rüyayım.

Şizofren: Aklım bana iyice ihanet ediyor artık, beni mi sınıyorsun? Bu bir sınav mı?

Tanrı: Ne değil ki
Şizofren: Tanrım bana ne oldu böyle, Yakıcı duygularımla yaşlandım; sevdiklerimle yıprandım… hem de çok.

Tanrı: Suçlu aslında kim biliyor musun?

Şizofren: Lütfen merakta bırakma beni

Tanrı: Öncelikle sen; sonra da iyi niyetlilere önce saf, sonra da aptal adını verip başkalarından yedikleri ilk kazıkta, “dünyada iyilik ve iyi insanlar kalmamış” diyen, deme cesaretini gösterenler…

Şizofren: Ben nasıl suçlu olabilirim ki?

Tanrı: Kendine sor bunu.

Şizofren: Bazılarına diğerlerinden daha çok dayanma gücü veriyorsun; ama niye onlara diğerlerinden daha fazla acı ve mutsuzluğu da bindiriyorsun?

Tanrı: Neden bu kadar karamsar yarattım ki seni! İnanç, kendine güven, sabır… Tamam, bunlar oldukça önemlidir; ama harekete geçmek için cesaretin yoksa amaçların uğruna, başarısız olunca da o değerlere inancını yitirmen ne derece doğru?

Şizofren: Aklımı okuma! Konuyu nereye getireceğini anladım. Benim suçum değildi…

Tanrı: Şimdi de yalancılığa mı başladın?

Şizofren: O’nun suçuydu. “Veee, sonsuza dek mutlu yaşadılar!” Ne biçim bir yalan bu. Artık inanmıyorum bu masal klişelerine.

Tanrı: İnanmak isteseydin, “Seni Seviyorum” demek için geç kalmaman yeterli olacaktı. Geç kalan sözler her zaman tılsımını kaybeder.

Şizofren: Denedim, ama hep aksilikler çıktı. Hem, isteseydin O’nu bana âşık edebilirdin, ama yapmadın; o mutluluğu bile bana çok gördün.

Tanrı: O’nun seni tanımasına izin vermeyerek, O’na özünü göstermeyerek ve her gün türlü türlü maske takarak O’na hem haksızlık yaptın, hem de O’nu kaybettin.

Şizofren: Dileseydin bunların hiçbiri olmazdı.

Tanrı: Ben diledim, ama sen…

Şizofren: Nasıl diledin?! İnanmıyorum sana

Tanrı: Anlaşıldı, bak bir hikâye vardır. Aynen şöyle:

“ Kasabanın birinde bana çok inanan bir imam vardı. Benim onu hep koruduğuma inanırdı ve zaten öyleydi. Ama bir gün o köyü sel bastı. Sular gitgide yükseliyordu. İmam, camiden çıkmak istemedi. Belki de sığınacak son sığınağıydı. Devamlı ‘Allah beni kurtaracak ’ diyordu. Sular yükseldi ve insanlar onu botlarla almaya geldi. İmam ‘Beni Allah kurtaracak’ dedi yine. Sular iyice yükselince, bu sefer de gemiyle geldiler. İmam yine ‘Beni Allah kurtaracak’ dedi. Sonra da beklerken boğuldu gitti. Yanıma gelince de bana onu niye kurtarmadığımı sordu. Ben de ona, onun için bot ve gemi yolladığımı söyledim. “

Şizofren: Ha ha haa! Çok komik. Ben çabaladım ve hep O’nu düşündüm. Onunla olmayı çok istedim. Onunla birlikte yapacağım, paylaşacağım şeyleri hayal ettim hep

Tanrı: Evet, gerçekten de sadece “istedin” ve “hayal ettin”.

Şizofren: Ama…

Tanrı: Bak, yine bir gün piyangoyu çok kazanmak isteyen biri vardı. Devamlı bunun hayalini kurardı, kazanınca yapacağı şeylerin de listesini yapmakta pek bir yetenekliydi. Ama, ne yazık ki hiç kazanamadan öldü.

Şizofren: Al işte aynı ben, niye yardım etmedin?

Tanrı: Doğru, aynı sen; Yanıma gelip de niye hiç kazanamadığını sordu, ben de ona bir soru sordum: “Peki, sen niye hiç bilet alıp şansını denemedin?”

Şizofren: Beni devamlı eziyorsun. Tesadüfler hep benim aleyhime…

Tanrı: Tesadüfler hayatını ne kadar çok etkilerse, kadere de o kadar çok inan. Tesadüfle kader arasında hep ince bir çizgi vardır.

Şizofren: İyi

Tanrı: Çok laubalisin.

Şizofren: Başka türlü tadı çıkmıyor hayatın. Doğaçlama yaşamalı hayatı… Hem konuyu nerden nereye getirdik.

Tanrı: Devam et o zaman

Şizofren: Neden hep kötüler çok mutlu? Neden artık iyiler fazla kazanamıyor? Niye enayi yerine konmaya başladılar? Çıldıracağım artık!

Tanrı: Benim varlığıma inan ve hep iyi ol; doğruları yaşa. Ayıplanmaya değil, övülmeye layık ol. Mutlaka kazanırsın. Hem, umut etmek…

Şizofren: İşkencenin süresini arttırır değil mi? Niye hep Nietzsche haklı çıkıyor…

Tanrı: Tamam işte, size bir Nietzsche gönderdim, defolu bir peygamber yaptınız onu. Hem Shakespeare’i gönderdim, onunla ruhunuzdaki boşluğu niye doldurmadınız? Bu da mı benim suçum? Ne kadar nankör insanoğlu ve ne kadar da başarılı büyük değerleri yozlaştırmada.

Şizofren: Tamam, iyiler de kazanıyor; ama çok uzun bir emek ve sıkıntıdan sonra ağzıma çalınan sadece bir parmak bal sadece. Kısa süreli mutluluklar, sonra da yine sıkıntılar ve mutsuzluklar. Neden kötüler zahmet etmeden mutlu?

Tanrı: Görünüşe aldanmamalısın

Şizofren: Aldanmak istiyorum.

Tanrı: O yüzden bu haldesin. Ben onlara kötüyü, kötüleri verdim ki iyiliğin değerini anlasınlar. Ama onlar ne yaptı. Kötüyü yaşadıkça ona bağlandılar. Bu da mı benim suçum? Ben onlara irade verdim; onları pilli bebekler gibi kurmadım.

Şizofren: …

Tanrı: Onlara sevgi verdim ama cam fanuslara koydular. Sevgileri de ölüp gitti. Sonra da şeytanlarıyla yarıştılar.

Şizofren: Hep iyi oldum ben, saf iyi…

Tanrı: Sana bir tavsiye: Hayatta aşrı uçlarla başa çıkmak zordur, yıpratıcıdır onlar. Hayat, sadece siyah ve beyazdan ibaret değil; gri de vardır…

Şizofren: Ne bu şimdi? Bana tokat atana diğer yanağımı uzatmayayım mı yani?

Tanrı: Ne diğer yanağını uzat, ne de sen de tokatlamaya çalış. Sadece kolundan tutup engelle. Bunu yapabilirsin değil mi?

Şizofren: Sanırım… Ama korkuyorum böyle yapmaya, ya başarısız olursam?...

Tanrı: Denemeden başarısız olacağını da nereden çıkardın? Bak bir psikanalist ne diyor:

“Korku, nesnesi gelecek olan ama kuşkusuz ancak geçmişten türetilebilecek bilginin yarattığı zihinsel bir durumdur. Korku hallerinde bilinen veya sezilen gelecek, geçmişin olasılıklar repertuarıdır. Korkunun öznesi geçmişteki gelecektir. Korktuğumuzda, “bilmek” dereyi görmeden paçayı sıvamaya dönüşür, adeta gelecek şimdiden olup bitmiştir. [… ] Kısaca, aslında önemli olan sonuç değil süreç; ölüm değil yaşam olmalıdır. ”

Şizofren: Tamam, çok iyi anladım da niye psikanalistin sesiyle konuştun? Hem bunlar fason düşünceler aslında. Tamamı sana ait; sadece o adam bir aracı değil mi?

Tanrı: Bundan ne çıkar ki, sen anlaman gereken kısmı anla.

Şizofren: Yani diyorsun ki “Korku öfkeye, öfke nefrete, nefret ıstıraba, ıstırap da karanlık tarafa götürür.” Anakin’e de böyle olmuştu, biliyorum.

Tanrı: Yine gerçeklerden kopmaya başladı. Tamam, öyle diyelim. Fazla üzerine gitmeyeyim, durumun belli zaten.

Şizofren: Ben halimden memnunum

Tanrı: Peki.

Şizofren: İyi de ben seçimimi nasıl belirleyeceğim? İyi mi olsam bundan böyle kötü mü? Çok kararsızım bu aralar.

Tanrı: Bir Fransız eşek hikâyesi vardır…

Şizofren: Yine miii!

Tanrı: Yolunu kaybeden bir eşek, aynı anda hem acıktığını hem de susadığını hisseder. Ne yapacağını düşünürken önünde birden bir yemek kovası ve bir tas su belirir. Eşek çok sevinir; ama önce hangisinden başlayacağını bilemediği için susuzluk ve açlıktan ölüverir.

Şizofren: Teessüf ederim, beni eşeğe mi benzettin.

Tanrı: Gerçekler sırt sıvazlamaz, sen iyi veya kötü olmayı bırak da önce kendin ol. Herkes olmakla hiç kimse olmamak aynıdır. Bunu unutma! Ama bil ki en iyinin yozlaşmasından daha tehlikeli hiçbir şey de yoktur.

Şizofren: Son söylediğin cümle kimindi? Yine sesin değişti de.

Tanrı: O kadar da önemli değil bu durumda.

Şizofren: Seninle bir şeyi paylaşmak istiyorum.

Tanrı: Tabii ki.

Şizofren: Anladım ki artık, sevdiklerimden nefret eder hale gelebildiğim için yalnızım ben ve çok düşündüğüm için onları. Sanırım, içine girdiğim oyunların sonucunu önceden bildiğim için isteksizim ben bu kadar. Sağ olsun, diğerleri de farklı olduğumu hissettirmedikleri için aşağıyım onlardan…

Tanrı: Farklı olduğunu yaşattırmalısın insanlara, yoksa yeteneklerini, özünü ve farkını nasıl anlayabilirler ki?

Şizofren: … Ve o kurallarla oynayamayacağımı bildiğim için hep kaybediyorum…

Tanrı: Kuralları değiştirebilmek için hiç kimsede olmayacak kadar büyük bir cesaret lazım. Talih cesurdan yanadır hep.

Şizofren: … Yaşadıklarım, beni her an için diğerlerinden farklı olmaya itiyor ve onlar gibi olmadığımı, olamayacağımı anlıyorum. İçinde bulunduğum her olağanüstü olay, karşılaştığım her umulmadık sonuç, beni diğerlerinden uzaklaştırmaya yetiyor.

Tanrı: Senin gibilerin kaderi bu. Keşke kaderini sevebilseydin.

Şizofren: … Evet yalnızım. Ama beni anlayan kimse olmadığına inandığım için yalnızlığım ve onu benimle paylaşacak olanları bulamadığım için yalnızım ben.

Tanrı: Ve yanlışsın bu yüzden. İnanmıyorsun, belki de korkuyorsun inanmaya. İnanç soğuğu ısıtır, neden bunu anlamıyorsun?

Şizofren: Bilmiyorum, anlayamıyorum…

Tanrı: Dünyayı hayallerin için yaşayamadığın için korkak, en ufak hayal kırıklığında değerlere kusur bulduğun için inançsız ve suçu hep başkalarına attığın için yalnızsın.

Şizofren: En güzel rüyaları da, en korkunç kabusları da aynı anda yaşamaya meyilliyim….

Tanrı: Çünkü sen şizofrensin.

Şizofren: Peki kafamın içinde konuşan kim? Ben miyim? Tamam, kabul ediyorum, ben bir şizofrenim ama delilik de bir sanattır.


“Büyük zekalarda delilik gözden uzak tutmaya gelmez”
William Shakespeare, Hamlet 3.Perde -2.Sahne


*Not: Korkuyla ilgili yerinde saptama psikanalist Adam Philips’in bir çalışmasından aynen alınmıştır.

26.07.2006