2 Ağustos 2007 Perşembe

Şansa inanmıyorum, fırsatlara inanıyorum. Kendi yarattığımız –farkında olduğumuz veya olmadığımız- fırsatlara şans adı veriliyor. Farkında olmadığımız şansı nasıl yaratırız peki?Yeteneğimizin bize kattığı birikimimizle, oluşturduğumuz çevremizle, bize “gelir” o.

Sahip olmakla olmamak arasında -aslında- hiç bir farkın olmadığı zamanlar vardır. Arada fark yoksa buna “değerini bilmemek” deriz biz. Nankörlük de diyenler vardır. Sahip olmadıklarınızdan veya asla olamayacaklarınızdan dolayı hoşnutsuzluk duyabilirsiniz, sahip olanları kıskanabilirsiniz ancak bilin ki dünya açgözlülük, adaletsizlikler ve haksızlıkların oldukça fazla olduğu bir yerdir. Yolda yürürken, yatağınızda düşünürken, televizyon izlerken, arabanızda giderken, biriyle konuşurken, işinizde ve okulunuzda bunları hergün yaşamıyor musunuz? Elbette yaşıyorsunuz. Üzüldüğünüzü bilmemek ve buna hak vermemek mümkün mü? Su katılmamış, aptalların bile kıskandığı aptallar tarafından hiç saf yerine konulmadığınız olmadı mı sizin de... Onlar hep sayıca çok diye düşündünüz değil mi? Tabii ki öyle. İhanet kokan geceleriniz sadece size ait değil, fısıldaştıkça kulağınıza daha net gelen yalanları duyan tek sizler değilsiniz ki. Herkes sizin gibi olsa aslında, Dünya yaşanacak bir yer olur belki değil mi? İçtenliğinizi -gerçekten çok değer verdiğiniz- bir insanla paylaşıp, karşılığını alamadığınız ve hemen sonra onun bunu haketmediğini size karşı tavırlarından yana yakıla anladığınız olmadı mı? Kalbinizi diğerlerinden daha fazla yaklaştırdığınız insanların sizden niye uzaklaştığını, bunu haketmediğinizi düşünmediniz mi? İçinizde fırtınalar kopmadı mı, ve bundan sonra artık önce “değer vereceğim insan buna değer mi, değecek mi” diye düşünecek kadar insanlara güvenemediğini zamanlar olmadı mı? Biliyorum olmuştur. Baş belaları hep sizin başınızda değil, onlar her yerde, kötü olan bozulmuş olan ne varsa, ve her kimse “homojen bir şekilde” dağılmış halde yaşama ortamlarına ve ayırt etmek oldukça, oldukça zor.

Doğru bildiklerinizin aslında doğru olduğunu ancak çoğu insanın kolay ve yanlış olanı seçtiği için yozlaştırıldığını bilmelisiniz. Aksi taktirde hayal kırıklığınız –büyüklüğüne ve yıpratıcılığına göre- sizi de yoz taraflara savurabilir. Bunun farkında bile olmazsınız. Düş kırıklığının soğuğu içinizi doldurur. Buza döner zamanla kalbiniz; O kadar sinsi seyreder ki bu dönüşümünüz, farkına vardığınızda geçtir artık. Siz bilin ki artık; başka birisinizdir.

Niye tahammül edilir peki bu her gün biraz daha soldurduğumuz mavi noktaya? Kara bir tablo çizmenin işten bile olmadığı bu hayata? Nietzsche kesinlikle haklıdır “Ümit etmek işkenceyi uzatır” derken... Peki biz niye vazgeçmeyiz işkence çekmekten. Mazoşistmiyizdir ki biz.
Çünkü bize verilmiş bir haktır bu hayat ve... Ve biz bu hakkı sonuna kadar kullanmak isteriz. Umut işkenceyi uzattığı kadar tehlikeli bir şeydir de: Sonunda hayalkırıklığı olasılığı yüksektir de. Ve umut ile güven kaybedildikten sonra geri kazanılması çok zor şeylerdir. Peki ya sonunda hayallerimize,umutlarımıza kavuşabilirsek! Mutluluk ve güven dolu bir hayata kavuşabilirsek, hayalimizde tüm kusursuzluğuyla yaşattığımız insanları elimizle koymuş gibi bulabilsek bu sırf ummaktan, ümit etmekten vazgeçmediğimiz için olacaktır.Umut, -farkında olsun veya olmasın- insanların çok derin köşelerinde, içlerinde yer etmiş olmalı ki hayata tutunmalarını saplayan en önemli şeydir de. Umut unutulmaz ki! Unuttuğunuzu düşünün böyle bir duyguyu. Hoşnutsuzluğunuzun ve bunalımlarınızın yoğunlaştığını ve hepsinden öte bu iki duygunun çaresinin bulunmadığından emin olurdunuz ve sonuçlarını tahmin etmek zor olmazdı değil mi? Bize biraz daha dayanma gücü veren hep umuttur değil mi?

Hiç yorum yok: